23 Şubat 2009 Pazartesi

Chitwan



-->
Chitwan kaldığım bölgenin adı. Patalahara da köyün adı. Burası Rapti nehrinin kıyısında bir bölge. Nehrin öbür tarafında, Chitwan Ulusal Parkı var. Kaplanlar, hatta bengay kaplanları, filler, gergedanlar, çeşit çeşit maymun, timsah ve daha birçok hayvan var. Parkı gezmedim ben. İçimden gelmedi. Filin üstünde parkta gezip, kendini insanlara göstermek istemeyen üç tane hayvan görmek için yormadım kendimi. Kaplanları görmek neredeyse imkansız. Gergedan da gereksiz. Bir takım yaratıkların gelip beni doğal ortamımda görmesi, fotoğraf çekip büyülenmesi bana ne kadar saçma gelirse, onlara da o kadar saçma geliyor olmalı.


Ben köye dönünce bir süre işler rutininde gitmeye devam etti. Kadınlar dersleri kaytarmaya, çocuklar bitmesin diye yalvarmaya ben de onlara istediklerini öğretmeye devam ettim. Ama gün geçtikçe bu kadar alıştığım bu ortamdan, insanlardan, havadan, sudan ayrılmak daha da zor göründü gözüme. Her şeyin ötesinde burada bulduğum huzuru bırakıp nereye gittiğimi bilmeden dönüyor olmak ağır geldi bana.



İstanbul’a dönecektim evet. Ama hala bir evim var mıydı? Ait miydim hala bir yerlere? Hala bir sevdiğim var mıydı? Ne yapacaktım? Kafamda bu sorularla daldım her gece uykuya. Rüyalarımda kavga ettim, savaştım kendimi kabul ettirmek için, bana. Sonunda her şeyi bir kenara bıraktım. Uçaktan indiğimde kalbim ne derse bana, onu yapacağıma söz verdim kendime. Ne derse desin….





Bu kez kalbime teslim edecektim kendimi. Mantığım beni hep haksız çıkardı, yolda bıraktı. Bu kez kalbime bir şansa verecektim. Götürdüğü yere gidecektim….




Son günler yaklaştıkça, öğrencilerim gitme kal demeye kaptırdılar kendilerini. O kadar kolay olsa keşke dedim. Keşke tamam kalıyorum ben diyebilsem. Aslında keşke onlara neden gitmem gerektiğini açıklayabilsem. Beni bekleyen bir şeylerin değil tam tersi beni beklemeyen bir şeylerin olduğunu anlatabilsem. Ve gidip beni beklemeyen bu şeyi hayatımdan çıkartmam gerektiğini……



Onlara doğruyu söylemedim, onun yerine ailemi özledim, gitmem gerek gibi bahaneler uydurdum… Geleceğim diye de söz verdim. Duracağım da bu sözümde eninde sonunda döneceğim geriye. Beni bu kadar içten çağıran bir yere dönmemem olasılıksız…..



Son günler hüzünlü geçti. Herkesle samimiyetim onların da hoşnut kalacağı bir düzeye erişmişken gidiyor olmam onları ayrıca üzüyordu. Ev ahalisi tam sana alıştık, sen de bize şimdi gideceksin ne yapacağız diyorlardı. Ben de öyleydim. Ne olacak şimdi?


Olacak olan şu köyde bana bir veda gecesi düzenlenecek, salya sümük vedalaşacağız, şarkılar türküler danslar edilecek, tika sürülecek her yerime, sözler verilecek, dönülecek. Ben ağlamamak için tutacağım kendimi…




Nitekim öyle oldu; gitmemden bir önceki gece derslikte toplandık. Bana tharuluların geleneksel kıyafeti olan beyaz bir sari giydirdiler. Elektrikler keskti. Fenerin ışığında dersliğe gittik. Masaya oturdum. Sita Kumari konuşma yaptı. Beni çok sevdiğini benden çok şeyler öğrendiğini söyledi. Teşekkür etti. Ben de onlara onları ne çok sevdiğimi, ne çok şey öğrendiğimi söyledim, beni aralarına aldıkları için teşekkür ettim.

Sarıldık fotoğraflar çekildik. Şarkı söyledik, dans et dediler biri benimle dans etmezse ben tek başıma edemem dedim. Kızlar bayağı nazlandı sonra bir tatlı velet geldi dans etti karşımda, dans ettik karşılıklı. Onlar söyledi, el çırptı biz dans ettik. Zamanın o an orada durmasını istedim. Sanki tüm o seslerin, el çırpmalarının arasında geride çok geride, hüzünlü bir piyano melodisi eşlik ediyordu bana.

Beyaz sarimin içinde, boynumda çiçeklerden yaptıkları kolyelerle, kafamda da bir çiçekten taç döne döne içime sindirdim o hüznü. Yuttum, benimdi çünkü, ben yaratmıştım onu. Kalbimde küçük bir çizik de bırakacak olsa yoklukları, bu insanları tanımayı sevmeyi ben seçmiştim. Gitmeyi de. Hayatımda ki her şey gibi. Bana acı verecek her insan gibi. Beni mutlu edecek her insan gibi.



Tuğla tuğla üst üste koyduğum hayatım, bu yeni tuğlalarla daha güzel daha sağlam olmuştu. Daha yığınla tuğla dizilecek…. Çok çalışmam lazım. Her tuğla bu kadar sevgi dolu olmayabiliyor çünkü. Bazı tuğlalar insanın kalbinin üstüne düşüyor sanki. Parçalıyor onu, bir daha toparlanamaz sanıyorsunuz. Ne var ki kalp hızla iyileşiyor…




Kafamda çiçekten bir taç dönerken arkadaşlarımın arasında, kalbimin bir parçasını bırakmaya karar verdim onlara. Burada kalsın, burada nefes alsın, burada atsın istedim. Gözyaşlarımla birlikte küçük bir parça toprağa aktı. Düşer düşmez yeşerdi, çiçek açtı. Müziğin ritmiyle atmaya başladı. Dım dım, dım dım, dım dım…

Hala orada atıyor…

Pokhara -2-








-->
Pokhara, ülkenin 3üncü büyük şehri, Nepal’in neredeyse ortasında, Kathmandu’nun batısında. Nüfusu 200.000 civarında. Meşhur Phewa gölü şehrin ortasında, dünyanın en yüksek zirvelerinin arasında. Gölün ortasından etrafa baktığınızda sadece dağları görüyorsunuz….


Şimdi de taksiyle 1590 m yükseklikteki Sarangot kentine gidiyoruz. Bir yere geldiğimizde bizi askerler durdurdu ve geçiş vergisi aldılar. Aslında maoistler ancak eskiden isyancılar haraç kesiyor idi bunun adı, e şimdi rejim değişince vergi oldu. Bir süre arabayla gittikten sonra indik ve yürüyüşe geçtik. Bu civarlara trekkinge gelenlerin ısınma tırmanışı aslında bu. Annapurnaya çıkmadan önce manzarayı görme, çevreye alışma ve ısınma mahiyetinde küçük bir yürüyüş. Bir trekking yapmadığımız için bize bayağı uzun geldi…

Önümüzde bir rehber, nefes nefes tırmanırken aslında manzaranın nefes kestiğini itiraf etmem gerek. Bir tarafta göl ve etrafında şehir, etrafında inanılmaz dağlar. Kartallar uçuyor. Güneş her yere değiyor. Pırıl pırıl gökyüzü hafif hafif dalgalanıyor. Zirvelerin etrafında bulutlar. Yolda arada küçük köy evleri ve bahçeleri dışında doğadan başka bir şey yok. Bir iki dinlenmeden sonra zirveye ulaştık. Yamaç paraşütü noktasını gördükten sonra, yapsam mı dediğim o anı unutuverdim. Bu noktadan atlamak şöyle dursun durmak bile ürkütücü orada.

 


 
Sonra bir kenara oturduk, sigara yaktık manzaraya baktık. Fotoğraf çektik. Sohbet ettik ama çoğunlukla baktık sadece. Daldık gittik öyle. Karşımızda bizi kendimize ufacık, lüzumsuz, anlamsız, değersiz hissettiren ama bunu bizi üzmeden yaralamadan yapan doğa duruyor. Benim parçamsın diyor ama kendini bir şey sanma, aslı bu….
Sen yalnızca ufacık bir noktasın. Hayatta kalmak için çabalayan, zevk almaya çalışan ama özde benim havama ve bana muhtaç küçücük bir noktasın. Böyle bir şeyin parçası olmanın insana verdiği rahatlık her özgürlükten daha güzel.

Eğer 1500 m de olmak insana bunu hissettiriyorsa, 8000 küsur metrede bulunmak nasıl hissettiriyordur kim bilir. Bilmek istedim. Hissetmek istedim. Dünyanın çatısında durup bakmak istedim. Ama ben dağcı değilim, bu dağlardan herhangi birine tırmanmak sadece uzun bir tecrübe değil, çok da para istiyor. Everest’e tırmanma izni 50.000 dolar. Zaten yorucu olurdu boşver…..


Yavaş yavaş inişe geçtik. İnmek çıkmaktan daha zor fiziksel olarak ama bence manevi olarak da öyle. Tepedeyken, tepeyi bırakmak zor gelir…. Bir kez gördün çünkü ne kadar çıkabileceğini….
Sarangottan sonra, Dağcılık müzesine gittik. Bu zirvelere tırmanmış ilk dağcıların fotoğrafları, malzemeleri, hikayeleri bu müzede. Dağlarda yaşayan halkların da…

 
Sherpalar en çok ilgimi çekenler oldu. En yükseklere dahi hava tüpü olmadan çıkabilen, çıkarken de onlarca kiloyu sırtında taşıyan bir halk. Dağcılar onları kiralıyor çıkmak için. Her şeyini taşıyorlar, çadırını kuruyorlar, topluyorlar. İşler bu. Dağlarda ki köylerde yaşayan bu halk, sırtlarında dev sepetlerle tepeleri ine çıka büyüdüğü için her şeye alışık burada. Zor hayatlar……


Müzeyi gezmeyi bitirince tek hayalimiz şehre dönüp soğuk bir şey içmek oldu. Görüntüsü hoşumuza giden bir kafeye oturduk ben menüde latte görünce duramadım. Sıcak da olsa onu istedim. Macarena ice tea istedi. İçeceklerimizi içerken ertesi günü konuştuk. Sabah kalkarız, kahvaltı eder hazırlanır döneriz dedik. Pazar dersim var ne de olsa. Otele gittik sonra, giderken birer şalvar aldık, üstümüzdekiler çamur içindeydi. Biraz dinlendik, temizlendik, üstümüzü değiştirdik kendimizi dışarı attık. Dolaştık bütün şehri, ordan girdik ordan çıktık. Karnımız acıkınca Tea Time Bamboostan isimli bir restorana bulduk. Kitapta da geçiyordu adı. Bir sürü turist vardı, pizza yiyip bira içiyorlardı.

Ben bira ve spagetti istedim Macarena kola ve pizza.
spagetti
Garson bize nerelisiniz dedi. Cevap verince tabii laf lafı açtı. En çok biri Şilili biri Türk iki kişinin bir arada ne yaptığını pek merak etti. Biz gönüllüyüz de geziyoruz dedik. Siparişlerimiz geldi. Şili ye kola Türkiyeye bira dedi garson güldük. Yedik içtik sohbet ettik. Hala havadan sudan bahsediyorduk. Hala hayatımızın derinliklerine dalamamıştık. Yemeğimiz bitince internet cafeye gittik, postaları okuduk, yazdık…. Telefon açtı Macarena, ben kimseyi aramadım. Otele döndük yorgunluktan baygın, uyuduk hemen.

Sabah uyandık, giyindik, hazırlandık, çantaları sırtlayıp resepsiyona indik. Grev var dediler, gidemezsiniz. Nasıl yani? Otobus şoförleri, benzine zam gelip fiyatlara zam yapılmayınca greve girmişler. Hah dedik süper, istesek de dönemeyiz, keyfini çıkaralım. Eşyaları yukarı çıkarıp, kendimizi sokağa attık. Kahvaltı ettik, dükkanları gezdik, kitapçılarda inanılmaz kitaplar buldum, hediyelik eşyalara baktık. Gölün kenarına gittik, saatlerce oturup kitap okuduk. Sonra yine dolandık. Akşamüzeri Tea Time Bamboostan’ın happy houruna gittik. Bir içki alan bir bedava….


Votka portakal istedik. Hello Şili hello Turkey dedi garson, güldük. Küçücük bir şarap kadehinde, ne votka ne portakal tadı içeren bir içki geldi. İçinde buzlar vardı, Macarena kaşık istedi buzlara dikkat yazıyor tüm kitaplarda. Musluk suyundan yapılınca ölmeyen bakterileri sizi haşat eder diyor. Anlatmaya çalıştım ben 2 aydır buranın kuyu suyunu içiyorum bir şey olmadı diye ama Macarena yine korktu. Garson koşarak geldi a dedi bizim buzlarımız güzel sudan bir şey olmaz. Bütün garsonlar toplandılar masaya bir şey olmaz diye. Macarena inat ettik çıkarcam bunları diye. Tamam dediler verdiler kaşığı ama üzüldüler. Sonra Macarenaya dedim ki böcek çıktı içkimden desem gelmezlerdi böyle, burada olur atıver derlerdi….

Sonra aklıma geldi, biz bir önceki gün cafede otururken Macarena icetea istemişti ve içi buz doluydu. Hatırlattım yok dedi. Fotoğrafını çekmiştim, onu gösterdim güldük.


İçtik, sohbet ettik güldük. Yarın dedik sabahtan gideriz akşamüzeri derse yetişirim. Dolaştık, marketten alışveriş yaptık, otele döndük. Biraz televizyon, biraz atıştırma, biraz sohbet uykuya daldık.
 
Bir sonraki sabah, resepsiyonu aradık çantaları taşımadan. Grev bitmedi dedi yenisi başladı. Şimdi de öğrenciler yolları kapadılar, benzin fiyatlarını protesto etmek için araçları hiçbir yerden geçirmiyorlar. İstikrara bakar mısınız? Öğrenciler koca ülkenin ulaşımın kestiler. Kimse bir yere gidemiyor.

Ara ara mahsur kalmışlık hissi bizi dürterken gene güzel bir gün geçirdik…. Boş boş dolanarak, kaybolup yolumuzu bularak, acıkıp doyarak, susayıp durarak, şaşırıp alışarak güzel bir gün daha geçirdik. Bu sefer farklı yerlerde yedik, içtik. Paralar suyunu çekerken, dikkatli olduk. Annemi aradım ve bana 100 dolar göndermesini istedim. Yanımıza çok az para almışız tabii 2 gece kalacağız diye. Kıyafetler almamız gerekti, otelle pazarlık yapıp fiyatı gene düşürdük ama bunun yemesi içmesi var…. Annem bir saatte bana parayı gönderdi. Parayı alınca dedik ki eğer yarın da grev bitmezse uçakla gideriz. Pokhara’da küçük bir havaalanı var, Chitwan’a uçak kalkıyor.  
Yine de vaktimizi güzel geçirmeye meyilliydik. Mahsur falan ne fark eder inanılmaz güzel bir göl kenarındaydık. Her yerde kruvasanları (böyle mi yazılıyor?) denedik. Kafelerdeki bütün kitapları okuduk. Ben dönmeden Kathmandu’ya da beraber gitmeye karar verdik. Sohbet ettik. Kavga bile ediyorduk neredeyse. Oryantasyondan yoksun iki kişi bilmediği bir şehirde yol bulmaya çalışırken çok normal bence…


Nepaldeki kitapçılarda inanılmaz kitaplar var. Bir çoğunu Türkiye’de bulamadığım kitaplar buldum. Ama hepsini alamayacağımdan bir iki tane seçmek zorunda kaldım. Yanımda kitap taşıdığıma da bin pişman oldum. Üstelik kitaplar çok ucuz, çoğunlukla ikinci el. Dünyanın her tarafından gelen insanlar burada kitaplarını kitapçılara satıp gidiyorlar. Yerine yeni bir kitap ya da kitap başı 100 rupi alıp gidiyorlar. Elinize aldığınız çoğu kitap sizden çok gezmiş oluyor…. Hepsi güzel kokuyor…. Ben hiçbir kitabı koklamadan almam. Nedenini bilmem, her kitap ayrı kokar. Buna kağıdın, mürekkebin, baskının farkı da diyebilirsiniz ama bence kitabın içeriğiyle ilgili. Ben en azından onun kokusunu alıyorum, mürekkebin değil…

Bir miktar kitap kokladıktan, biraz müzik cdlerine baktıktan ve Tea Time Bamboostan’a görev icabı, uğradıktan sonra yine otele döndük. Artık akşamın bir bekleme sıkıntısı vardı. Televizyonda Nepal müziği ve dansı olan klipler bulup danslarını öğrenmeye çalıştık. 
Nihayetinde, uzatmayayım daha fazla, Çarşamba sabahı grev bitti dediler. Taksiye atladık, otobuse gittik. 7 saatlik bir yolculuk, Narayangarth’da taksiyle pazarlık ve eve ulaştık. Derse girecek kadar vakitlice gelmiştik. Köye girdiğim anda bütün çocuklar ve kadınlar etrafımı sardı. Manjuuuu nerdesiiinnn????? 2 gün dedin kaç gün oldu.

Ne yapayım dedim, greviniz yüzünden! Otobüs yoktu, bekledik. Zorla gönüllerini aldım. Bayağı surat yaptılar bana ama Pokhara’yı ve yolculuğu anlatınca her şeyi unuttular…. Dersimizi yaptık sonra….

Normal hayatıma dönmüştüm. Ama o gece farkına vardım ki dönüşe çok az kalmıştı. Yatağıma yatıp ağladım. Keşke kalsaydım daha çok dedim. O kadar sevdim ki herkes, o kadar sevdiler ki beni. Sevilmek insanın hayatta yaşayabileceği en güzel duygu. Birilerinin seni sevmesi, seni özlemesi, gitmeni istememesi kalbini yumuşatıyor insanın. Zaten böyle geçirmiyor muyuz hayatımızı? Kendimizi sevdirmeye çalışarak, sevgiliye, anneye, babaya, arkadaşlara, çocuğumuza hatta tanımadıklarımıza….
 
Sevsinler….

22 Şubat 2009 Pazar

Pokhara -1-




Pokhara’ya ailecek gitmeye karar verdik sonunda. Hafta sonu için plan yaptık. Cumadan gidelim dedik, Shreeram ve Sarita okuldan gelince 11 e doğru yola çıkarız dedik. Hemen elime Lonely Planet Nepal kitabını aldım. Sonraki günler boyunca inceledim. Notlar aldım. Yeni bir şeyler buldukça Macarena’ya koştum, batılılar(!) gibi banka oturduk, kahve sigara içtik. Oraya da gidelim bunu da yapalım dedik. Hep beraber bir gece kalacaktık ama bize yetmezdi o. Dedik ki biz bir gece daha kalırız. Sonra geliriz. Anlaştık. Seyahatlerin en güzel kısmını uzattık da uzattık. Planlama….


Cuma sabahı öğrencilere haber saldık, Manju izinli iki gün diye. Pazartesi derslere devam edeceğiz. Atladık önce taksiye, tıngır mıngır Narayangarth’a ulaştık. Oradan mikrobusa atladık, 7 saat boyunca, yolda satılan yiyeceklerden yiyerek, kitabı inceleyerek, müzik dinleyip fotoğraf çekerek, sohbet ederek gittik. Pokhara’ya ulaştığımızda hemen gölün kenarında bulduk kendimizi. Önce biraz bakındık, hemen mi kayıkla gezsek dedik, vazgeçtik önce bir şeyler yiyelim, otele yerleşelim dedik. Sonra gene vazgeçtik önce otele yerleşelim dedik, yolda ki abur cuburlardan dolayı kimse aç değildi zaten. Taksiyle devam ettik karşılıklı iki otelle gidegele pazarlık yaptık, Hong Kong otel ve Singapur otel. Hong Kong’u seçtik. Yerleştik odalarımıza.



Shreeram, ben ve Macarena dolaşmaya çıktık. Sarita ve çocuklar biraz dinlenmek istediler. Çarşı da dolaştık, biraz alışveriş yaptık. Oturup bir yerde Everest bira içtik sohbet ettik. Burası yaşamak için ne güzel yer dedik. Gelsek burada bir otel alsak yaşasak, sıkılınca gölde balık tutarız, güneşin altında otururuz dedik. Hayaller kurduk işte öyle. Sonra otele döndük, Sarita’yı çocukları aldık. Yemeğe gittik. Bütün restoranların arasında Nepal yemekleri de olan bir yer seçtik. Onlar akşamları bhat, dal, tarkari yemeden doymazlarmış. Peki dedik. Ama ben menüde hamburger görünce gözüm döndü. Patates kızartması, hamburger ve bira istedim. Yerken kendimden geçtim. Hamburger manda etindendi, ekmek parçalanıyordu ve alıştıklarımızla ilgisi yoktu ama yediğim en güzel hamburgerdi o an.





Sarita hayatında hiç bira içmemiş. Başka bir alkol de. Ama yasak olduğundan, günah olduğundan değil de iyi olmadığından. Ama biz Macarena ile onu gaza getirdik. Bir yudum hadi diye. Fantasına bir yudum bira koyduk, yüzünü buruştura buruştura içti. Plasebo etkisi sarhoş oluyordu neredeyse. Kelebek etkisi, ben oldum…



Dolaştık biraz şehirde. Sağa sola baktık. 10 da her yer kapanıyor. Döndük otele, odada televizyon var. Kurulduk Macarena’yla yataklara açtık televizyonu, yabancı kanallar bulduk haber seyrettik, dizi bulduk. Uykuya daldık.


Sabah erkenden uyandık, kahvaltı edip; omlet ve çay!, kayıkla gölde dolaşmaya çıktık. Gölün ortasında küçücük bir adacık var, üzerinde bir manastır. Oraya gittik, adak adadık, Hindistan cevizi ve pirinç…. Fotoğraflar çektik, kayığımıza atladık döndük. Suyun üstünde su sinekleri, su örümcekleri, nilüferler, güneş şansımıza pırıl pırıl, etrafımız dağlarla çevrili….





Shreeram, Sarita ve çocuklara biz bir gece daha kalacağız dedik, tamam dediler. Onlar otobüse bindi döndü biz de taksiyle Pokhara’nın görülmesi gereken yerlerini görmek için yola çıktık….

Önce Devi’s Fall’a gittik. Bu biçimi ve kanalları oldukça garip bir şelale. Zamanında David isimli bir turist bu şelaleye düşmüş ve kaybolmuş. Onun anısına buraya David’in şelalesi demişler. O da olmuş şimdi Davi’s Fall. (Waterfall şelale demek İngilizcede fall da, ama fall aynı zamanda düşüş demek. David’in düşüşü)


İçeride bir süre dolaştık. Acayip kaya şekilleri ve şelaleyi bir türlü bulamayıp göremememiz bizi bayağı cezp etti. Nerede bulunması zor bir şey var çekiyor insanı. Bir yerle ilgili çok güzel denmesi yetmez hiç bize, illa birinin çok ilginç demesi lazım. Bir duvarda bilmem ne resmi olmalı tek bir açıdan görülen, bir acayiplik olması lazım. Yoksa sanki etrafımız her zaman sınırsız güzelliklerle kaplıymış gibi sadece güzel olduğu için merak edemeyiz hiçbir şeyi.





Nihayet oradan dolandık buradan indik derken, boynumuzu da leylek gibi ileri uzatıp hafif de sarkınca çok acayip bir şelale gördük. Aslında bir deliğe hızla akan sudan ibaretti sanırım, ama bana öyle acayip geldi ki büyülendim. Kayalar, etrafında ki kanallar, suyun rengi, sesi öyle değişik geldi ki bir bakakaldım. Sonra biraz fotoğraf çektik.





Bazı anlarda fotoğraf çekmekten inanılmaz zevk alıyorum ama bazen, öyle güzel bir manzara oluyor ki karşımda, o manzarayı bir kareye hapsetmek ve o hapsedilmiş haliyle hatırlamak acıklı geliyor bana. Benim gördüğümle fotoğraf makinasının gördüğü arasında o kadar fark oluyor ki, fotoğraf çekmekle vakit kaybedeceğime o anı, o görüntüyü, o hissi beynime kazımaya çalışıyorum. O anda burnuma gelen kokuyu ve duyduğum sesleri de… Böylece kafamda hiçbir fotoğrafta göremeyeceğim bir ana geri dönmek için tetikleyicilerle dolu inanılmaz bir manzaranın önünde duruyorum. Ne yalan söyleyeyim bu bile bazen anın tadını kaçırabilecek bir çaba gibi geliyor bana. Neden bir güzelliği hatırlamamız gerekli ki. O an görmek, hissetmek, orada olduğunu bilmek, tadını çıkarmak sonra da unutuvermek yeterli gelmiyor bize. Keşke kediler gibi olsaydık, bir oyuncak topun arkasından avının arkasından koşar gibi kararlı, kendinden emin, zevkle ve heyecanla koşup, başka bir obje gördüğü anda da öncekini tamamen unutan kediler gibi. O an ilgilenmediğimiz ve görmediğimiz hiçbir şey hayatımızda yer almasa. Kafamızı öncekine sonrakine takmadan yaşayabilsek.


Öyle değiliz ama, güzel bir yemek yerken aklımıza hemen babaannemizin yaprak sarması geliverir aman ne güzeldi, üstüne yoktu. Bir film seyrederken hemen aa bilmem hangi filmi de seyrettin mi çok güzeldi… Bir yere gideriz, bilmem nereye gitmek ister gönül, birini severiz başkasına kaçar gönül, bir içki içeriz keşke bloody mary içseydik ne güzel giderdi şimdi deriz. İşte öyle dediğimiz anda içinde bulunduğumuz an geçer gider. Biz sonrasını öncesini düşüneceğiz derken bir bakarız, yemek, film, içki, şarkı bitmiş, birlikte olmaktan ölesiye keyif aldığımız kişi gitmiş, inanılmaz manzarayı geçeli saatler olmuş.

Şimdi - Ahile (Nepalce) Başka da bir şey yok……..

Devi’nin düşüşünden, aynı şelalenin dibine doğru yola çıktık. Çok ciddi bir basamak sayısını, ıslak ve kaygan merdivenlerde cambazlık yaparak indikten ve nefes alma denemelerimiz artık kurudan ıslağa döndükten bir süre sonra karşımıza zifiri karanlığa bir çizgi ışık sızdıran şelalenin hemen dibinde ki bir yarığa ulaştık. Şelaleyi ancak o yarığın ardında görebiliyorduk.





İçeri sızan ışık kendine göre dev mağarada yer bulurken biz de terliyor muyuz üşüyor muyuz anlayamadan, fotoğraf çekmeye çabalıyorduk. Burada fazla kalırsak ciğerlerimiz suyla dolacak gibi hissettik. Havanın olması gereken yerde kendini hava diye yutturmaya çalışan minicik damlalar halinde su vardı. Yani her yerde…. Ciğerlerimizin yeteri kadar yıkandığına kanaat getirince çıkışa geçtik. Taksiye atladık, yarasa mağarasına gidiyoruz dedi taksici. Manzarayı seyrederek yol aldık. 15 dakika sonra kocaman tabelasında “Bat Cave” yazan bir yere geldik. Macarena önce ben yarasalardan korkarım dedi. Ben yarasa görmedim mağarada hiç nesin korkacağız gel dedim. Bir sürü insan girip çıkıyor hep deli değil ya. İkna oldu girdik. Önce kapıda bilet alırken fener de istiyor musunuz dediler, var dedik, nepalli bir kadın çok şeker İngilizcesiyle yok dedi o yetmez içerisi zifiri karanlık, bunu alın. Peki 50 rupi de o. Ama dedi sonra rehber lazım size, içerisi çok tehlikeli bilemezsin nereye gideceğinizi. Hayda ne kadar tehlikeli olabilir ki turistik bir mağara. Sari’li kadınlar çıkıyor mağaradan, biz mi giremeyeceğiz. Yok olmaz çok zor, tamam dedik gel hadi. Aldı feneri eline, biz de iki tane minicik mum verdi, peşinden gidiyoruz.



(Rehberimiz ve az sonra dev yarasalar göreceğini sanan korkmuş ben!)

Rehberimiz, elinde fener, ayağında parmak arası terlikler, koştura koştura önden gidiyor, biz ayağımızda spor ayakkabılar olduğu halde kayarak, karanlıkta hem mumlara hem kendimize sahip olmaya çalışıyoruz. En sonunda koydum elimi belime, bak bacım dedim, o feneri senin yolunu aydınlatsın diye mi aldık? Hepimizi için değil mi? Göremiyoruz biz! Bu el belde olayı Nepal’de tutmadı tabii. He he dedi devam etti. Gözlerimiz karanlığa alıştı sonra. Ne acayiptir değil mi o an? Hani zifiri karanlıkta hiçbir şey görmezken bir süre sonra yavaş yavaş aydınlanır gibi olur etraf. Sanki gözümüzün içinde ya da beynimizde bir ışık var gibi. Görmenin sadece gözle ilgili olmadığını hissederim hep o an. Hatta belki de hiç değil…. Belki ne istersek onu görüyoruz, her şeyi biz anlamlandırıyoruz, belki ışık da yok aslında, karanlıkta…..

Kısa ama tehlikeli olduğunu hayal etmekten pek keyif aldığım bir tırmanıştan sonra, bir açıklığa geldik, mağaranın meydanı. Şimdi dedi rehber yarasaların olduğu yere gidiyoruz, sakın fotoğraf çekmeyin. Biraz daha yürüdük işte diye koca feneri tavandaki yarasalara çevirdi. Tavanda en fazla 20 tane minicik yarasa uyukluyor. Bu mu dedik? Evet anneleri gidiyor mu mevsimde dedi, yeni yavrular yapmaya… Peki. Devam ettik.

Şimdi dedi çıkıştan mı çıkmak istiyorsunuz diye sordu bize yoksa geldiğimiz yoldan mı? Niye soruyor anlamadık tabii. Çıkıştan dedik. Geldiğimiz yoldan niye dönelim devamı varsa. Tamam dedi ama çook tehlikeli. O anda rehberin bizi korkutmak suretiyle heyecanımızı ve aldığımız zevki arttırmaya çalışmak gibi zekice bir şey yaptığını fark ettim. Bu gazla düz bir arazide yürümek aslanların arasından geçmek kadar heyecanlı olabilir aslında….

Çıkışa yaklaşırken çığlıklar duyduk eğleniyorlar mıydı, korktular mı yoksa duvarlardan birinin arkasında iki nepalli gelenleri korkutmak için uzanmış televizyon seyredip bir yandan da çığlıklar mı atıyorlardı bilemedik. Şimdi dedi rehberimiz aynen dediklerimi yapın. Çantalaraı ben aldım Macarena ilk kurban oldu, ayağını şuraya koy, ötekini tam buraya, şimdi hafif sağa eğil, dön iyiyce oradan çık dedi Macarena’ya. Macarena verilen direktiflere harfiye uydu, ama bir an durdu ve nereden diye bağırdı. Nereden çıkacağım. Oradan işte dön biraz kafanı uzat bak ışık geliyor. Kısa bir süre sonra Macarenanın mağara duvarında asılı gibi duran vücudu ortadan kayboldu. Sıra bendeydi rehber benden çantaları alıp Macarena’ya uzattı. Sonra bana direktifler vermeye başladı. Sağ ayak oraya, sol buraya, elinle şuradan tut, vücudun döndür kafanı uzat, e delik yok burada!!! Mağaranın bu kısmına geldiğinde vücudunu iyice bükü kafanı uzatmadan o deliği göremiyorsun. Eğildim büküldüm kendimi bir delikten sürüyerek ve gülerek yer yüzeyine ulaştım. Gören sanır üç aydır mağaradayım, öyle bir heyecan….




Rehber bir harekette mağaradan çıktı, burada bir sürü mağara var bir gün gelin gezdireyim dedi. Oldu dedik bakarız. Önce tulumbanın önünde bir temizlendik, üstümüz başımız, yüzümüz gözümüz çamur. Taksiye döndük. Sarangoth’a gidiyoruz dedi. Tamam dedik…. Yaslandık arkamıza mağaracı olacağım ben ya çok güzelmiş dedim, güldük….

18 Şubat 2009 Çarşamba

Sona yaklaşırken...





Bir hikayenin sonuna gelirken hep bir yenisinin başlamak üzere olduğunu unuturum ben. Böyle alıştığım her şeyden bambaşka inanılmaz bir yerde vakit nasıl geçti anlamamışım. Sonuna yaklaştıkça fark ettim. Hikayem daha bitmiyor ama zaman denen canavar bana acı vermeye başlıyor yavaştan.

Sevdiklerim özleyip gözlerim dolarken, açken ya da böceklerden korkarken günleri işaretledim ne yalan söyleyeyim. 59 gün kaldı, 58, 57…. 23….

Shreeram Kathmandu’ya Şili’den gelecek olan yeni gönüllüyü almaya giderken fark ettim yolcudur Abbas bağlasan durmaz. Aslında gitmek hep güzel de hani bıraktıkların yok mu sızlatır yüreğini.


Ben kolay dost edinen hemen insanlarla sıcak ilişkiler başlatabilen biri değilim. Hatta ilk günlerde herkesin benim hafiften yabani hatta kibirli olduğumu düşündüklerini biliyorum. Bazen söyleyecek söz bulamadığım anlarda kaçarım ben. Kendimi ifade etmeyi beceremediğim an uzaklaşmayı tercih ederim. Varlığımın bir anlamı olmalı bulunduğum yerde. Bir fark yaratmalıyım, bir şey söylemeliyim, öğretmeliyim mutlaka. Bilmedikleri bir hikaye anlatmalıyım insanların. Beni dikkatle dinlemeliler, hatta büyülenmeliler yeri gelince. İlginç olmalı içeriğim. Yeni bir konuyu başlatmalıyım eğer mevcut konuya katkım olmazsa. Sözüm havada kalmamalı, varlığım uçuşmamalı yere basmalı ayaklarım, herkes bilmeli orada olduğumu. Dilimi anlamayanlar bile dinlemeli beni bazen. Bu da bir çeşit kibir. Kendini ispat etme ihtiyacı, sevilme kabul edilme isteği. Ama bu içimizde var zaten.





Önceleri yapacak, konuşacak, katacak bir şey bulamadığımda odama çekildim müzik dinledim kitap okudum. Dönmeme 3 hafta kala açıldım. Akşamları kağıt oynadım aileyle. Onlar da o günlerde anladılar benim geri çekilmem kibirden, kendini üstün görmekten değil, tam tersi hatta. Kendini yeterli görmemekten.


Shreeram, Macarena’yı Kathmadu’da karşılayacak, ertesi gün de köye geleceklerdi. Haliyle gece odamın kapısı çalınınca şaşırdım. Ertesi gün grev olacağından akşam dönmüşlerdi. Uyku sersemi çıktım, tanıştık Macarena’yla. Şili neresi, Nepal neresi, Türkiye neresi demeye kalmadan kaynaştık. Sigara içtik, sohbet ettik. Macarena endüstri mühendisliği okumuş, okulu bitince önce böyle bir değişiklik yapmak istemiş. Sonra hayatına Şili’de kaldığı yerden devam edecek. Hiçbir şey aynı olmayacak tabii artık. Bazı kapılar geri kapanmaz. Öğrenilen şeyler unutulmaz.

Ertesi gün derse götürdüm onu. Üstünde kısa bir elbise vardı. Benim çatlak öğrenciler sevemediler önce. Elbisesine bak ne biçim diye konuştular. Dedim ki ben gideceğim 3 hafta sonra o kalacak, ister sevin ister sevmeyin! Ama konuşmayın. Dedikodu kelimesini o gün öğrettim onlara. “Gossip” ne demek biliyor musunuz? Diye. Eğer dedim, benim önümde biri hakkında dedikodu yapıyorsanız ben yokken de benim hakkımda yapıyorsunuzdur. Ona göre. Çok güldüler. Bazen bir dükkana girdiğimde eğer tezgahtarlar az önce giden müşteri hakkında “ya ne gıcık kadın anlamadı bir türlü yok dedik ya” gibi bir sohbete girerlerse müdahele ederim ben hep. Oho derim ben gidince de beni çekiştireceksiniz değil mi?. Bir gülerler önce sonra da utanırlar.



Macarena ile yanında getirdiği kahvelerden içtik birbirimize hayatımızdan yeni tanıştığın bir insana anlatabileceğin kadarını anlattık. Önce her şey kapaklı. Ben evliyim bak bu da kocamın resmi. Bu da düğün fotoğrafı. Ya evet çok güzeldi. Evet gelinliğim de güzel olmuş değil mi? Annemle diktik biz. Ailesi de çok tatlı kocamın, beni de çok seviyorlar. Ben de onları. Evimiz kocaman pek güzel. Kocamın restoranı var, hayat güzel vs vs vs….


Sonra tabii hayat burada böyle sana şu da lazım, bu da… Şuna da dikkat et buna da…
Blogu takip edenler bilir. Bizim bahçede bir tulumbamız var, orada yıkanıyoruz, bulaşık yıkıyoruz, çamaşır yıkıyoruz. Su ısıtmayı hiç denemedim banyo için aklıma bile gelmedi. Üstünde yattığım, tahta yatağa serili ince şilteye ek yapmak da. Ben şartları kabul etmeye gelmiştim zaten. Her şeye alışmaya, uyum sağlamaya. Uyum sağladım, hatta hoşnuttum halimden.



Macarena, Shreeram’ın abisinin evinde kalıyor yan komşu yani. Onlarda kapalı duş varmış. Su ısıtıp kapalı bir alanda banyo yapabiliyor. Bana da sürekli istersen gel sen de burayı kullan diyor. Yok dedim ben tulumbayı seviyorum. Hatta yağmurlar çoğalıp kuyudaki su seviyesi yükselince, su pompasıyla tuvaletin tepesindeki su deposunu doldurunca bizim de bir banyomuz oldu kapalı. Sadece bir kere duş aldım orada. Bildiğin duş var. Ama sonra, sıkıcı geldi bana. Bir daha nerede ne zaman bahçede banyo yapacağım ki ben. Ev ahalisi güldü bana, tulumbada banyo yapmaya devam edince. Onlar da öyle yapıyorlar.

6 saat uzaklıkta Pokhara diye bir şehir var. Orayı görmeyi çok istiyordum. Gönüllülük işimin sonlarına doğru bir hafta kadar gezmeyi planlıyordum. Macarena ile konuştuğumuzda o da Pokhara’yı görmek istediğinden beraber gitmeye karar verdik. Hatta Sarita’ya gel kız kıza gidelim dedik. İstemedi. Kocam olmadan gitmem dedi. Çok şaşırdık tabii. Nasıl yani, niye diye sormadık ama. Kültürel ve geleneksel farklar sorgulanmaz, kişisel farklılıklar gibi... İster kabul edersin ister etmezsin, sana kalmış.

Bir an düşündüm, ya herkes bir olsaydı. Dünyadaki herkes aynı olsaydı. Farklı kültürler, dinler, renkler, düşler olmasaydı. Ne garip olurdu dünya. Ne çekilmez… Hepimiz aynı şeyleri giyseydik, aynı şeylere inansaydık, aynı görünseydik. Kim ister ki bunu, kim?

Ne var ki savaşlar, ırkçı saldırılar, kimi insanların içindeki bitmez tükenmez nefret, kimilerinin yaşadığı bitmez tükenmez acı gösteriyor ki maalesef bunu isteyenler var dünyada…
Başkalarını kendi gibi yapmaya çalışmaktan daha korkunç, daha büyük bir kibir olabilir mi?

Ne yazık ki her insan topluluğunun kendine göre aşağıladığı, hor gördüğü bir başka insan topluluğu var. Hayvanlardan tek farkımız bu anlamda, biz bilerek, öğrenerek, anlayarak, edebi, felsefi, dini kalıplara oturtarak yapıyoruz bu ayrımı. Hayvanlar ise içgüdüsel olarak…
Beteriz onlardan….. Bin beter….