27 Temmuz 2008 Pazar

Köyde Hayat....







Yine sabah 6. Kapım yumruklanıyor, bu kez “Manjuuuu” diye bağırıyor Babu. Hazırlıklıyım ama çay vakti biliyorum. Çayım sevmeye başladım ben. Açıyorum günaydııınnn! Çayımı alıp oturuyorum odamda pencere önündeki yatağa. Penceremden dışarı bakarak çayımı yudumluyorum. Mısırlar var dışarıda, boyları ufak daha. Bir de kocaman bir bitki var hemen penceremin önünde. Bir yerden çıkaracağım ama dur bakalım. Çayı bir saniye boşta bırakmaya gelmiyor, hemen karasinekler toplanıyor tepesinde. Geceleri böceklerden pek rahatsız olmuyorum cibinliğimin içinde ama gündüzleri sinek, örümcek, semender, her nevi haşere etrafta.



Çayımı bitirdikten sonra dışarı çıkıyorum dolaşmaya. Bir de sigara içerim rahat rahat. Hala emin değilim nasıl tepki veriyor insanlar bu sigara olayına. Shreeram’a da soracak vakit bulamadım. 5-10 dakika yürüme mesafesinde köyün meydanı var. Orada birkaç dükkan var. Su almaya gideceğim oraya. O kadar tembihlenmişim ki sakın kuyu sularını içme diye. Mecburen her gün su taşıyacağım köyden. Aslında meyveleri, sebzeleri de kabuklu yemeyin bu suyla yıkanmışsa diyor internette. Ama ben o kadar dikkat edemem her şeye. 2 ay yaşayacağım burada, her mango, salatalık vs getirdiklerinde yok ben bunu yemem soyayım diye naz mı yapacağım. Yine de şimdilik sularımı satın alıyorum, minik bakkaldan.



Rekha Didi’ye “pani” diyorum köy tarafını işaret ediyorum. Gülerek “Pani, pagaudi” diyor. Pani, su demek, Pagaudi de gideceğim yerin adı. Gülüyorum, gidiyorum. Yolda bir sigara yakıyorum. İçerek ve etrafıma bakarak yürüyorum. Sürekli bisikletle birileri geçiyor yanımdan. Köyde en çok kullanılan araç bisiklet. Daha tembeller ve parası olanlar motosiklet kullanıyor. Nadiren araba görülüyor. Onlar da buralı değil, geçip gidiyorlar.


Etrafım pirinç ve mısır tarlalarıyla dolu. Uçsuz, bucaksız. 5-6 tarlada bir, bir ev var. Bir kısmı kerpiç, sazdan çatıları var. Uzakta sıra sıra Himalayalar görünüyor, puslu, durgun ve güvenli. Garip bir güven veriyorlar insana… Küçük köprülerden geçiyorum, yağmur mevsimi sonrası altlarından dereler akıyor olacak herhalde, şimdilik kuru. Ağaçlar kocaman, dağlara özeniyorlar. Sokaklara asfalt değmemiş, catterpiller geçmemiş, sadece insan biliyorlar, bir de bufalo, keçi, inek, bisiklet…. İnsanlar ben yürürken evlerinden fırlayıp “Hello!” diye bağırıyorlar. Okulda İngilizce öğrenen çocuklar ismin ne, nereden geldin, nereye gidiyorsun gibi basit sorular soruyorlar. Manju diyorum, Türkiye diyorum, Pagaudi diyorum. Kendimi anlatmak bu kadar basit burada. Nereden mezunsun, hangi semtte oturuyorsun, maniküre nereye gidiyorsun, kuaförün kim, araban ne marka gibi aptal sorular yok burada. Ne yaptığın umurlarında değil. Adını bilmek istiyorlar sadece, ki yarın adınla seslenecekler….





Köye gelince, küçük bakkala giriyorum. Sattıkları, sebze, su, kalem, defter ve sigaradan ibaret minicik bir dükkan. Önündeki banka yaşlı bir adam oturuyor. Namaste diyorum, gülerek kalkıyor, Namaste deyip dükkanın içine geçiyor. Pani diyorum, dui. Sayıları öğreniyorum ya iki şişe alayım. Buzdolabından, bir tek dükkanların buzdolabı var burada. İki tozlu şişe çıkarıp, gazete kağıdıyla siliyor, gülümseyerek. Uzatıyor şişeleri, çantama tıkıştırıyorum. 50 rupi uzatıyorum alıyor, kilitli kasanın anahtarını arıyor bir süre, buluyor. Açıyor, acelesi yok, benim de… Verdiğim parayı içine koyuyor, 10 rupi buluyor, kilitliyor tekrar bana uzatıyor. Alıyorum, gülümseyerek Namaste diyorum, gidiyorum.



Dönüş yolunda bir sigara daha yakıyorum. Sallanarak dönüyorum. İnsanın acelesi olmaması ne güzel bir duygu. Burada zaman yavaş geçiyor. İstediğin kadar yavaş. Evlerden yine bağırıyorlar, Hello! Diye. Gülerek hello diyorum herkese. Yine nereye gidiyorsun diye soruyorlar eve diyorum bu sefer. Etrafımda koşuşturarak dolanıp evlerine dönüyorlar.


Eve geldiğimde, Babu ve Nani yemeğe oturuyorlar, onlarla yemeğimi yiyorum yine. Bu dal bhat tarkari gittikçe daha lezzetli gelmeye başladı. Patates acı geliyordu ilk günler, alıştım biraz galiba acıya. Ben hayatta acı yemem. Bir çiğköfte yerim acı, o da, rahmetli dedem öyle güzel yapardı ki yana yana, zıplaya zıplaya yerdik. Hele yazlıkta amcamlar, halamlar ve biz, o minicik evin iki odasına sığışıp kaldığımız zamanlarda mutlaka bir gece çiğköfte yapılırdı. Büyüklere balkonda rakı sofrası hazırlanırdı, çocuklara içeride minik bir masa. Bize bibersiz salata, onlara biberli, bize kola fanta, onlara rakı. Bize köfte patates, onlara çiğköfte, meze. Bütün mahalleye de birer tabak çiğköfte dağıtılırdı, balkonlardan kadehler kaldırılırdı, Osman Bey gene döktürmüşsünüz şerefinize! Dedem de, babam, amcam ve eniştemle karşılıklı rakısını yudumlardı keyifle. Halam içmezdi de gelinler de birer kadeh içerlerdi. Babaannem, dedem sen de bir kadeh için Asin dediğinde, aman Osso boşver, midemi kötü yapıyor derdi…


O gecelerde işte, acının acısını unutur, babaannemin bize bir tabağa dizdiği birkaç çiğköfteyi yemek için yarışırdık. Yana yana zıplaya zıplaya…. Bitiren büyüklerin masasına koşup bir tane daha alayım diye dizilirdi. Nazlanırlardı büyükler. Sanki biz ziyan ediyor gibiydik çiğköfteleri. Zaten konu komşuya gitmiş yarısı… O çiğköftedir yediğim tek acı benim. Bir tane yedin mi zaten ağzın yandığından yüz tane de yesen fark etmezdi artık.

Sanki acı ağzımın tadını bozuyor gibi geliyor bana, ama burada patates acı da olsa, seçenek yok. Yok ben bunu yemem diyemezsin. 32 yaşındasın, bana ayrı yemek yapın denmez, hele ben hiç diyemem. Yerim gider…. E zamanla da alışırım nasıl olsa…





Hiç yorum yok: