24 Temmuz 2008 Perşembe

Kathmandu - Chitwan



Dünyanın en ilginç şehirlerinden birinde, arka sokaklarda bir yerde küçük, izbe bir restaurantın kapısında duran bir masaya oturduk. Julie, Dadoo, Shreeram, Bhim ve ben. Sonra Shant geldi restaurantın sahibi, birleştirelim sizi bu masayla dedi, yan masayı göstererek, onlar da hoş sohbet insanlar. Niye itiraz edelim ki? Masada bir Kanadalı var, yoga eğitmeni 3 yıl Hindistanda yaşamış sonra Nepale gelmiş . Bir Amerikalı var, Nepalli bir kadınla evli bir çocukları var ve Nepal'deki hapishanelerde bulunan kadın ve çocukları eğiten bir organizasyonla çalışıyor. Herkes bir yerlerden gelmiş buraya herkesin bir amacı var... Onlar rom içiyorlar, hem de su karıştırıp, bana sordular bira dedim Tuborg geldi. Tanıdığım bir şey.

Sohbet uzadı gitti, ta ki polisler gelip "saat 10 oldu artık kapatın ya da içeri geçin" diye uyarana kadar. İçeride bir odaya geçtik, biraz daha sohbet, bir iki sigara sonra artık otele dönme vakti geldi. Yürüdük, şimdi sessiz, ıssız ve karanlık sokaklarda. 4 saat önce bütün dünya Kathmadu'daydı sanki şimdi saat 11'de herkes kaybolmuştu ortadan. Bir tek bufalolar ve tanrılar kalmıştı, ve çöp kokusuna karışan tütsü dumanları...

Sabah 6'da telefonum çaldı. Hemen hazırlanabilir misin? dedi Shreeram. Lobide buluşalım 20 dakikaya, gideceğimiz göreceğimiz yerler var sonra da Chitwan'a yolculuk... Tamam dedim. İtiraz edemeyecek kadar yorgun ve uykusuzdum. O sessiz ıssız sokaklar sabaha karşı dile gelmişti. İnsanlar, motorsikletler ve tüm dünya yine Kathmandu'da tam odamın altına toplanıp hayata devam etmişti sanki. Bir an yatağımda oturdum öylece. Ne yapıyorum ben diye düşündüm, neredeyim? Neden kaçtım ki bu kadar uzağa? Hayattan mı? Yeni Delhi havaalanında, uçağıma daha 9 saat varken sandalyelerin dizli olduğu, aşırı soğutulan o garip salonda oturmuş beklerken de aynı hisse kapılmıştım. Şu anda yatağımda serin serin uyuyor olabilirdim. Hiçbir şeyi değiştirmem gerekmezdi. Duyduklarımı, bildiklerimi bir kenara atıp her şey normalmiş gibi yapabilirdim. Hayatım harika gidiyormuş da, İstanbul'da yaşamak bana mutluluk veriyormuş gibi yapabilirdim. Gerçekle yüzleşmenin ve değiştirmenin ne gereği vardı ki durduk yere? Bunlar kafamdan geçerken kendime güldüm. Yapabilseydim, yutabilseydim yutardım zaten. Daha önce de gerçeği beğenmeyip gittim. Daha önce de olanları görmezden gelmektense yeni olanlar yaratmaya gittim. Demek ki tebdili mekanda ferahlık var gerçekten. E bu mekanda olmazsa nerede olacak ki ferahlık? "Burada" dedim kendime "bulamazsan hiçbir yerde bulamazsın". Bulunduğu yerde mutlu olamayan insan hiçbir yerde mutlu olamaz. Tam da şimdi, burada. Yanıbaşımdaymış, hep oradaymış, benim onu bulmamı bekliyormuş, hazır olmamı. Aldım yanıma. Hazırlandım, taksiye atlayıp Pashupathinath'a gittik.


Burası bir Hindu manstırı. Nepal'in en büyük Hindu manastırlarından biri. İçeride krematoryumu var. Neyse ki ben gittiğimde kimsenin sırası gelmemişti daha... Hindu olmayanları içeri almıyorlar, biz de dışında bir yerde oturup etrafı seyrettik. İçeride ayinler vardı. Uzaktan bir kaç optik zoomla gördüğüm kadarına baktım. Biraz fotoğraf çektim. Otururken bir maymun elinde muzla geldi. Bir adam da peşinden. Alamadı tabii muzu. Maymundan muz alınır mı? İnsanların muzu zor alabildiklerin bir yerde muzunu maymuna kaptırmak ağır olsa gerek, kafasını eğdi gitti. Maymunun kısmetiymiş. Dolaştık, çıktık.



Taksiyle Swayambhunath'a gittik. Maymun manastırı da diyorlar buraya. Tepede bir Budist manastırı. Burası da Pashupathinath gibi 2003'den beri "World Heritage List" denen koruma listesinde. Otantikliğini ve kültürel değerini kaybetmesinden endişe edilen onca yer arasında. Her şeyi görmek adına her şeyi ne kadar eskittiğimizi ve bozduğumuzu düşününce burada bulunmak insanı biraz buruyor aslında. Yüz yıllarca insanların sakin ve huzur içinde ibadet ettikleri bu yerler şimdi turistlerle ve turistik dükkanlar dolup taşıyor. Yine de bu tepede, turistlerin fotoğraf makinalarının gölgesinde, som altından yapılmış minik tapınakların arasında, size om kasesi satmaya çalışan satıcıların yanında öyle bir enerji var ki nerede olduğunuzu biliyorsunuz, anlıyorsunuz. Bir zamanlar tanrılar yeryüzüne indilerse buraya uğramışlardır, hissediyorsunuz...
Gezintimiz bitince otele döndük. Bir şeyler yemeğe gittik. Menüye baktım yemekleri hiç bilmiyorum tabii. Soramam da ben öyle her şeyi. Pilav istedim sebzeli. Bunu not alın. Geldi, yedim. Otele gittik toparlandık, taksiye bindik otogara gittik. Kornaların, her yönden gelen deli araçların, rikshawların, motorikshawların, bufalo ve keçilerin arasından benzin istasyonunun yanında bir park yeriymiş otogar dedikleri. Kavga dövüş, pazarlık derken mikrobus denen küçük bir dolmuşa sığıştık. Çantalarım tepeye bağlandı. İtiş kakış yola çıkıldı. Biri sürekli dolmuşun kenarına vuruyor. Git mi diyor dur mu bilemedim. Yol boyunca Nepal pop dinleyen, 18'inde deli bir şöfor, uçan Nepalli, daracık dağ yolunda gidilmesi mümkün olan en yüksek hızda, 60km, sürekli korna çalarak bizi sağsağlim ulaştırdı Narayangarth'a. Bir ara yol tıkandı, 40 dakika bekledik, sonra çalılarda tuvalet molası, sonra yol kenarında yemek molası. En sonunda indik dolmuştan. Taksiye bindik yine. Dere tepe düz gittik, belki bir saat. Yol boyunca evlere bakıp tahmin etmeye çalıştım nasıl bir evde duracağımızı hayal ettim.
Sonra durduk.
O evin kapısında....

14 Mayıs 2008...

Hiç yorum yok: