31 Temmuz 2008 Perşembe

yemek ve dans



İnsan hep bir şeyler arar. Bulur da. Ama nedense bulduklarıyla yetinemez, aramaya devam eder. Aslında amaç aranan şey değildir hiçbir zaman. Sürecin kendisidir. Ararız, kaybolmamak için. Ararız, bulunmak için. Ararız, bulunmamak için.
Ufak şeyler ararız, bulunması nispeten kolay şeyler. Dostluk, tutku, para, ev… Ama bunlar bizi oyalar. Aslında biz bulunması imkansız şeyler ararız. Huzur, gerçek aşk, ruh eşi, hayatın amacı, büyük kurtarıcı. Bulamayacağımızdan emin olduğumuz şeyler ki bulamayalım, bitmesin arayış, hep sürsün...

Etrafımdaki pirinç tarlalarını sarmalayan yüksek dağların karanlığa gömülmüş zirvelerine bakarak dişlerimi fırçalarken ayağımın üstünden bir kurbağa zıpladı. Keşke onu arıyor olsaydım ben… Ne kolay olurdu her şey. Ben bulunası bir şey aramadım. Bulmak da istemedim. İyi ki de bulmadım. Aramaya devam….

Cuma akşamı, Julie, Daddo ve Bhim geldiler. Yanlarında iki koca şişe raksiyle. Önce yemeğimizi yedik. Bugün değişiklik var, tavuk da var yemekte. Genelde haftada bir yeniyor et. Tavuk ya da keçi. Çok da güzel pişiriyorlar. Masala denen bir baharatları var. Kocaman bir taşın üstünde, kimyon, kişniş, tarçın, beyaz biber, rezene tohumu, kakule ve kırmızı biberi, bir taş parçasıyla ezme kıvamına getiriyorlar. Acı ama harika....


Elektrikler kesik olduğundan avluda matın üzerinde yemek yedik. Mumlar yakıldı. Çocuklar önce yediklerinden etrafımızda toplandılar, sonra da içeriden şalları kapıp dansa başladılar. Büyükler söyledi onlar dans etti. Biz de bir yandan sıcak raksimizi içtik. Sarita içkiye de sigaraya da karşı aslında ama misafir olunca, kurallar kalkıyor. Biz batılıyız çünkü. Günahımız boynumuza…. Keşke herkes böyle baksa dünyaya. Keşke herkes kendi derdine yansa, kimsenin bekçiliğini yapmasa.




Julie ve Dadoo Fransa'dan gelmişler. Julie 3 yıl önce 2 aylığına gelip 4 ay kalmış. Buraya aşık olmuş. Bir sene geçmeden kocasıyla bir daha gelmiş. Fransa da bir dernek kurup FaceNepal'le ortak işler yapmış. Önce eğitim verdiğimiz merkezi yapmışlar. Şimdi de yeni bir proje için burada. Kadınlara bir dikiş atölyesi açtılar. 30 kadın eğitim alıyor. Topladıkları bağışlarla 8 dikiş makinesi aldılar, bir atölye kiraladılar, hoca tuttular. 6 ay boyunca dikiş eğitimi alacak kadınlar. Her sabah 6’dan 12’ye kadar 8erli gruplar halinde eğitime gidiyorlar. Julie de şu anda arkadaşı Dadoo ile bu projenin başlatılması için gelmiş. Nepal’e taşınmak için can atıyor aslında. Fırsatını bulunca toplanıp geri gelecek…







Elektrik gelince çocuklar içeri koşup radyoyu getirdiler. Müzik çalıp dans etmeye başladılar. Bir yerden sonra büyükler de, raksinin etkisiyle dansa giriştiler. Bana da dans et dediler ama durun dedim öğreneyim önce.





 

Ben matta oturmuş, elimde içkim sigaram onları seyrederken önce yavaşladı her şey. Bir süre ağır çekimde, gülen çocuklar dans eden sarhoş yetişkinler vardı. Sonra durdu her şey. Havada asılı kaldı dans. Hareketler dondu. Kulağımda radyoda çalandan çok başka bir müzik. Ateş böcekleri durdu. Rüzgar durdu. Kendimi uzaktan, çok yüksekten gördüm. Dönerek çıktım oraya. Yüzümde hüzün vardı. İçimde hüzün vardı. O hüznün tam orta yerinde parlayan kocaman bir şey vardı. Artık orada olmadığından emin olduğum bir şey. Kaybettiğimden emin olduğum, aramaya tenezzül bile etmediğim bir şey. Burada, Nepal denen bir ülkenin, Patalahara adlı bir köyünde, bizim olmazsa olmazlarımızdan bihaber, küçük evleri, gel git elektrikleri, yağmura bağlı kuyu suları, metal tabakları, dal bhat tarkarileri, matları, iki takım kıyafetleri, en ucuzundan defter kitapları, beş taşları, şişe kapakları, kerpiç duvarları, 37 ekran televizyonları, tahta yatakları, odun ocakları, keçileri, her fırsatta gülen yüzleriyle ve her yeni günün bir öncekinden güzel olacağına dair sonsuz inançlarıyla kalbimi ısıtan bu insanlardan bana bulaşan bir şey vardı. Umut…




Yarın çok daha güzel olacak...

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Mango Ağacı






Yine sabah 6.00. Bu sefer kimsenin kapımı yumruklamasına gerek kalmadan uyandım. Ama daha kapımı açamadan, Manju diye bağırdı Rekha Didi. “Hajur” dedim. “Chiya” dedi. Hajur, buyur demek, chiya da çay. Çayımı aldım. Sigaramı yaktım. Yatakta oturup penceremin dışındaki “cannabis sativa (marihuana)” ağacına bakarak sigaramı içtim. Artık biliyorum ne ağacı olduğunu! Ev sahinin kardeşi ekmiş bir ara, yağmur ve güneş sayesinde kocaman olmuş. Kimse umursamıyor zaten varlığını. Yanında yavruları da var. Dünyanın pek çok yerinde mafya savaşlarına, hatta insanların ölümüne neden olmuş bu bitki, Nepal’de bir bahçede huzur içinde büyüyor. Etrafında mısırlar, fesleğenler ve çeşit çeşit dostuyla.

Burada da insanlar marihuana kullanıyorlar elbet. Yasal da değil. Ama memleketin en önemli problemi bu değil. Ben buraya gelmeden yaklaşık 2 hafta önce Mayıs başında yani, seçim yapıldı. Nepal tarihinde ilk kez, hükümet seçimle başa geldi. Bundan önce yüzlerce yıldır bu topraklar Nepal krallığıydı. Ta ki bir gün kralın oğlu, komplo teorilerine göre onun maskesini takan bir başkası, ailesini bir akşam yemeğinde öldürüp, intihar edene kadar….

Kral Birendra 1950’de dedesi Kral Tribhuvan ve ailenin tümüyle, en küçük torun Gynendra dışında, Rana’ların zulmünden ya da sözde vezirliğinden kaçarken bunu hayatının en büyük macerası sanıyordu kuvvetle muhtemelen. Rana ailesi, Shah ailesi Nepali ilk kez birleştirip tek krallık haline getirdiğinden beri Kralın vezirliği işlevini yerine getiriyordu. Kralın oğullarından biri, genelde veliaht Rana ailesinin kızlarından biriyle evleniyordu. Ancak kesin güce bu kadar yakın olmak Rana ailesine de gereğinden fazla hırs bahşetti zamanla. 1950’ye yaklaşılırken, Kral Tribhuvan’ı kendi otoriteleri altında tutan Rana’lar o ailesiyle Hindistan’a kaçarken kendine göre sebeplerle geride bıraktığı 2 yaşındaki torunu Gynendra’yı kral ilan etmek zorunda kaldı. Gynendra’ya zamanında bir falcının 2 kez kral ilan edileceksin demiş olması bundan sonraki olayları daha da çekici yapmış elbette. Rana’lar 2 yaşında bir kralla başa çıkmanın zorluğunu anlamış olacaklar ki, (terrible two) Kral Tribhuvan’ın şartlarını kabul ederek geri gelmesini sağlamışlar. Nesillerdir Nepal Kralına uygulanan Rana baskısı böylece sona ermiş.





Kral Tribhuvan öldüğünde, yerine 27 yaşındaki oğlu Birendra geçmiş. En büyük oğlu veliaht prensi Dypendra, İngiltere’de eğitim aldıktan ve ülkesine döndükten sonra gönlünü güzelliği dillere destan Devyani Rana’ya kaptırmış. Ancak annesi ve babası onunla evlenmesine izin vermemişler. Rana ailesinden gelmesi aslında geleneklere uyarken, babasının Hindistan’da sözü geçen bir politikacı olması, Hindistan’ın Nepal ile ilgili emellerine yardım edeceği fikri bu evliliği engellemiş.




Dypendra aşkın ve sonsuz gücün labirentlerinde kendini içkiye vururken, ailenin diğer fertleri de çeşitli kulislerle ve arkasından çevrilen oyunlarla işini kolaylaştırmamışlar. Babasından daha tutucu olan Dypendra zamanla, biran önce Kral olmasının onun için en hayırlısı olduğuna kanaat getirmiş.

Bu ailevi karmaşıklığın arasında, Nepal ülke olarak da gittikçe karışıyor tabii. Kralın ordusu önüne geleni Maoist diye öldürürken, Maoistler de boş durmuyor ve onlar da önlerine geleni para, otorite, güç sahibi olduğu için, Krala sadık oldukları için ya da sadece maoist olmadıkları için öldürdükleri ve gittikçe güçlenen bir gerilla micadelesine girişiyorlar. Halk zaten krallıktan onları önemsemediği için dertli yavaş yavaş maoistlerin güçlenmesi bir sürpriz olmuyor. Vaat ettikleri şeyler zaten halkın hakkı olan şeyler. Ayırım olmadan iş, sağlık ve eğitim. Dağlarda gerillalar, vadide kralın ordusu, sarayda Bizans oyunları. Her krallığın sonu böyle geliyor gibi….





Dypendra, bir akşam yemeğinde ailesinin kösteğinden yılgın, güce muhtaç, alkolden buğulu bir kafayla silahlarına sarılıyor ve kız kardeşi, erkek kardeşi, annesi, babası, büyükannesi dahil 14 kişiyi vuruyor. Sonra çıkıp intihar ediyor. Komada bir gün yaşatıldıktan sonra Rana’lar, hayatında ikinci kez olarak Gynendra’yı kral ilan ediyorlar. O falcı hayatta mı aceba? Bu arada halk tarafından çok sevilen Dypendra’nın bunu gerçekten yapmış olabileceğine kimse inanmıyor. Her köşede komplo teorileri doğuyor.

Taiwan’da Dypendra’nın yüzüne birebir uyan bir maske yapıldığından söz ediliyor. Kendisini vuran silahın elindekilerden biri olmaması, uzakta bir yerde bulunması, ve kurşunun girişinden uzaktan ateş edildiği sonucu çıkaran Nepal CSI’inin fikirleri yok sayılıyor. Yine de onurlu bir cenazeden sonra hayat devam ediyor. Nepal tarihinde iki kere kral olan tek adam ünvanıyla Kral Gynendra ülkeyi düzene sokmaya çalışma çabaları sonucunda olağanüstü hal ilan ediyor.

Maoist gerilla mücadelesi zirvede, kralın ordusu en acımasız haline bürünmüşken, halk demokrasi istiyor. Kral Gynendra pes ediyor ve Mayıs 2008’de Nepal tarihindeki ilk demokratik, çok partili gerçek seçim yapılıyor. Daha önce Kral Mahendra bir deneme yapmış ancak kraliçe evi terk edince seçime hile karıştırmak suretiyle aile saadetini korumayı tercih etmiş.

Halk seçeneklerine bakmış, bir yanda ne yapacağı, amaçları belli olmayan ufak tefek partiler, bir yanda onları yüzyıllardır en temel haklarından mahrum eden kral, öbür tarafta eğitim, iş, sağlık vadeden maoistler. (tanıdık geliyor mu bir yerlerden, bir de bunları deneyelim bakalım ne olacak?)

Seçimle başa gelen Maoist parti gerilla savaşını bitirmiş haliylen. Kendiyle mi savaşacak. Teoride çok kuvvetli ve aydınlık idealleri olan parti şu anda iktidarda. Benim Nepalde bulunduğum dönemde, Nepal ülke tarihinde ilk kez Krallık yerine Cumhuriyet olarak değişti. Kral daha küçük bir saraya, muhtemelen onlarca Nepalli aileyi aylarca geçindirecek miktarda bir maaşla emekli oldu.

Şimdi Nepal için düze çıkma zamanı. Eğer iktidardaki parti sözünü tutarsa ki ben oradayken, 1 öğrenci protestosu, 2 grev yaşandı gene, Nepal zamanla düze çıkacak…

Elimde "Kathmandu’da Ölüm ve Aşk" isimli İngilizce bir kitap, tüylerim diken diken yeni bir sigara yakıyorum. Elimden geldiğince kısa ve öz anlatmaya çabaladığım bu hikaye aklımı başımdan alıyor. Benim memleketim de badire üzeri badire atlatıyor ya oradan bir bağlantı kuruyorum Nepal halkıyla. Barış istiyorlar, huzur arıyorlar, hakları olandan fazlasını istemiyorlar. Sadece yaşamak istiyorlar…

Sonra hemen evin yakınında ki mango ağacına doğru yürüyorum. Babu’yla dolaşırken etrafta, bu bizim ağacımız demişti. Mango ağacımız ama mangoları yiyemiyoruz, çünkü çok yüksekteler ve kargalar bitiriyor…

Onların olan mangoları kargalar yüzünde yiyemeyen ve onun yerine para verip komşudan mango satın almak zorunda kalan bu halkı bir başka sevdim bugün ben….

27 Temmuz 2008 Pazar

Hayatın döngüsü....




Yemekten sonra odamda oturdum bir süre yine. Çocukların hazırlanıp gitmelerini seyrettim. Kitap okudum, müzik dinledim, karasineklerle boğuştum. Eşyalarıma bir düzen vermeye çalıştım. Kitaplarımı rafa dizdim, kıyafetlerimi çantamın içinde düzelttim, giyemeyeceklerimi sırt çantama koyup kaldırdım. Yanımda havlu, yastık kılıfı ve çarşaf getirdiğimi düşünecek olursak çantam şu anda bayağı boştu. Bir de çocuklara boyalar, silgiler kalemler. 11’de Asa ve Santi geldi, kapımın önünde Manjuuu diye bağırarak ve gülerek geçtiler. Ödevlerini yapmaya gittiler. Sonra Shreeram ve Sarita geldi, yemek yediler.

Shreeramla biraz Nepalce çalıştık. Narayangarth’daki organizasyon ofisine gittik motosikletle. O taşlı deli yollarda bu motosiklet yolculuğu pek maceralı geldi bana. Önce biraz korktum tabii, ama bir 10 dakika sonunda, rüzgarın, manzaranın keyfini çıkardım, aklımın bir köşesinde kaza geçirsek buradaki hastanelerde nasıl bir sağlık hizmeti var aceba diye düşünmedim değil, karşıdan deli gibi başka bir motosiklet geldiği anlarda. Sonra aman dedim kendi kendime…

Şehre girince biraz tedirgin odum elbet yine. Trafik deli gibi. Her yönden araçlar geliyor. Kornalar durmaksızın çalıyor. Kim kime korna çalıyor hiçbir fikrim yok. Anayolun ortasında bufaloları görünce gülesim geliyor. O kadar rahatlar ki… Sanki tarlanın ortasında yatıyorlar. Onlarda muhtemelen, bu insanların burada ne işi var ki diye düşünüyorlar…

Ofisten internete girdim, bir iki mail attım. Maillerime baktım. Kimse tam olarak nereye gittiğimi bilmiyor, ama benim bildiğimi varsaydıklarından fazla endişe yapmamaya çalışıyorlar. Bir arkadaşım, gittiğin yerin adresini yaz bize, bir Allahın kulunun senin nerede olduğunu bilmemesi sakat diye yazmış. Yazdım adresi, ne olacaksa? Benden ses soluk çıkmazsa çıkıp gelecekler mi? Ama neyse, bilsinler madem…

Köye dönerken, Shreeram’a benim lungi almam gerekiyor dedim. Lungi tulumbanın başında banyo yapılırken üstümüze doladığımız bir çeşit peştamal. Üçüncü günüm, hala banyo yapamadım. Keçi gibi kokuyorum artık. Islak mendiller de fayda etmiyor bir yerden sonra.
Köyden bir dükkandan bir lungi aldık. 200 rupiye. Kenarını diktiler orada. Aynı zamanda terzi bu dükkan.

Beklerken, karşıda ki küçük bakkal/ restoranın arkasında gizli bir odada sigara içtik. Artık sordum, ben evde sigara içsem ne olur diye. Sen iç dedi Shreeram ama ben içemem. Sarita izin vermiyor. Güldüm içimden, kadınlar yemeği yerde, erkeklerden sonra yiyor ama sigara içirtmiyorlar….

İçki de içemem dedi. Bufalo eti de yiyemem. Bizim kastımızda yasak. Brahmin kastındalar. Bufalo tarla sürmekte kullanıldığından alt kastlar yiyebiliyor sadece. Brahminler, tavuk, keçi ve balık yiyebiliyorlar. Bu kast sistemi oldukça enteresan aslında. Hindistanda da böyle. Kastlar ekonomik seviyeden ziyade, yapılan işle ilgili biraz. Ama babadan anneden geçtiği için işin de pek anlamı kalmıyor bir yerden sonra. “Dokunulmazlar” dedikleri üç kast var. Demir işi yapanlar, marangozlar ve terziler. Bu kastlardaki insanlar, üst kastlardan olanlara dokunamazlarmış. 10 yıl önce bir adam, çıkıp bu saçmalığı değiştirmemiz gerek artık diye küçük çaplı bir devrim yapmış. Bu kastın insanları, evinizde ahşap işlerini yapıyor, demir işlerini yapıyor, kıyafetlerinizi dikiyor ama size dokunduklarında kirlenmiş oluyorsunuz. Ve arınmak için de kulağınızdaki altın küpeyi ıslatıp suyunu üstüne sıçratıyorsunuz.

Bu adamın söylediklerine önce çok karşı çıkmış insanlar ama sonunda anlamışlar ki doğru yol budur. Bir şeylerin değişmesi gerek. Nepal değişime açık bir ülke aslında. Dinleri çok katı, kast sistemleri değişmez bile olsa, her şey için bir çıkar yol bulmaya hazırlar. Nasıl bizim memlekette dinen içki içmek yasakken, ramazanda ve Cuma geceleri içki içmeyen ama diğer zamanlarda bol bol içen bir sürü insan varsa, Nepal’de de etraflarından, ailelerinden gizli, minik bakkal/ restoranlarda, arka tarafta, perdeyle ayrılmış bir odada bufalo yiyip raksi içen Brahman erkekleri var. Raksi: pirinçten yapılan lokal içki. Bufalo öldüren diyorum ben ona. Buzdolabı ya da buz gibi bir sistem pek kullanılmadığından, çok sert olmasa da sıcak sıcak insanın burnundan çıkmaya çabalayan, ama kafayı güzel bulduran bir içki. Ben yine kokteyl sevgimi yüzeye çıkarmak suretiyle sprite karıştırıp içtim raksiyi, fırsat buldukça…

Lungimi alıp eve döndükten sonra odamda vakit geçirmeye meyilliydim yine. Girdim tam kulaklıklarımı taktım, kafayı çevirdim, yatağımın altında dev bir örümcek. Örümcek demeye bin şahit ister, tarantula aslında, örümcek numarası yapıyor… Saritaya koştum. Örümcek dedim dev gibi! Geldi eliyle yakalamaya çalıştı, kaçtı tarantula kılıklı… Gitti dedi. E bu kadar mı? Evet burada bu kadar, gördüğün şey yılan ya da fare gibi rahatsızlık verici bir yaratık bile olsa görüş alanından çıkınca yok sayılıyor. Aslında doğru, göremiyorsan niye rahatsız olasın ki? Ben ki evde minik bir hamam böceği gördüğümde bulup yok etmeden uyuyamam, şimdi odamda bu tarantulayla nasıl oturacağım bilmem. Haliyle, dışarı çıkıp fasulye ayıkladım Sarita ve Rekha’yla. Bir gözüm odada. Görürsem belki diye. Yok görmedim, bir süre sonra görüş alanımdan çıktığı gibi aklımdan da çıktı…

4 çayımızı içtik. Dört gözle bekledim bu sefer. Odamda içtim çayımı, pencere kenarında sigaramı tüttürerek. Sonra Shreeram geldi, çöpleri nereye atacağız dedim. Sigara izmariti, kağıt, ıslak mendil vs. Sen bir torbada topla atarız dedi. Çöp sistemleri yok. Her şey sağa sola atılıyor sonra akıllarına esince toplanıyor, ya da büyük bir torba bulduklarında. Sonra arada, birkaç ayda bir çöp toplayan bir araç geliyor, ona veriyorlar. O araç da alıyor çöpleri köyün dışında yol kenarına atıyor. Sonra insanlar o çöpleri karıştırıyor, dağıtıyor, rüzgar çıkıyor, çöpün bahçene geri dönüyor. Sen de alıp kenara fırlatıyorsun. Çöp döngüsü…
Her şey sana geri dönüyor, hayatta yaptıkların gibi….

Zaten pek çöpleri yok köyde yaşayanların. Organik olanlar doğaya dönüyor ya da keçiye. Diğerleri de bir şekilde kaybolup gidiyor gide gele. Bazıları toplayıp yakıyorlar çöplerini. O da atmosfere zararlı gaz olarak karışıp döngüsel işlevini yerine getiriyor….

Köyde Hayat....







Yine sabah 6. Kapım yumruklanıyor, bu kez “Manjuuuu” diye bağırıyor Babu. Hazırlıklıyım ama çay vakti biliyorum. Çayım sevmeye başladım ben. Açıyorum günaydııınnn! Çayımı alıp oturuyorum odamda pencere önündeki yatağa. Penceremden dışarı bakarak çayımı yudumluyorum. Mısırlar var dışarıda, boyları ufak daha. Bir de kocaman bir bitki var hemen penceremin önünde. Bir yerden çıkaracağım ama dur bakalım. Çayı bir saniye boşta bırakmaya gelmiyor, hemen karasinekler toplanıyor tepesinde. Geceleri böceklerden pek rahatsız olmuyorum cibinliğimin içinde ama gündüzleri sinek, örümcek, semender, her nevi haşere etrafta.



Çayımı bitirdikten sonra dışarı çıkıyorum dolaşmaya. Bir de sigara içerim rahat rahat. Hala emin değilim nasıl tepki veriyor insanlar bu sigara olayına. Shreeram’a da soracak vakit bulamadım. 5-10 dakika yürüme mesafesinde köyün meydanı var. Orada birkaç dükkan var. Su almaya gideceğim oraya. O kadar tembihlenmişim ki sakın kuyu sularını içme diye. Mecburen her gün su taşıyacağım köyden. Aslında meyveleri, sebzeleri de kabuklu yemeyin bu suyla yıkanmışsa diyor internette. Ama ben o kadar dikkat edemem her şeye. 2 ay yaşayacağım burada, her mango, salatalık vs getirdiklerinde yok ben bunu yemem soyayım diye naz mı yapacağım. Yine de şimdilik sularımı satın alıyorum, minik bakkaldan.



Rekha Didi’ye “pani” diyorum köy tarafını işaret ediyorum. Gülerek “Pani, pagaudi” diyor. Pani, su demek, Pagaudi de gideceğim yerin adı. Gülüyorum, gidiyorum. Yolda bir sigara yakıyorum. İçerek ve etrafıma bakarak yürüyorum. Sürekli bisikletle birileri geçiyor yanımdan. Köyde en çok kullanılan araç bisiklet. Daha tembeller ve parası olanlar motosiklet kullanıyor. Nadiren araba görülüyor. Onlar da buralı değil, geçip gidiyorlar.


Etrafım pirinç ve mısır tarlalarıyla dolu. Uçsuz, bucaksız. 5-6 tarlada bir, bir ev var. Bir kısmı kerpiç, sazdan çatıları var. Uzakta sıra sıra Himalayalar görünüyor, puslu, durgun ve güvenli. Garip bir güven veriyorlar insana… Küçük köprülerden geçiyorum, yağmur mevsimi sonrası altlarından dereler akıyor olacak herhalde, şimdilik kuru. Ağaçlar kocaman, dağlara özeniyorlar. Sokaklara asfalt değmemiş, catterpiller geçmemiş, sadece insan biliyorlar, bir de bufalo, keçi, inek, bisiklet…. İnsanlar ben yürürken evlerinden fırlayıp “Hello!” diye bağırıyorlar. Okulda İngilizce öğrenen çocuklar ismin ne, nereden geldin, nereye gidiyorsun gibi basit sorular soruyorlar. Manju diyorum, Türkiye diyorum, Pagaudi diyorum. Kendimi anlatmak bu kadar basit burada. Nereden mezunsun, hangi semtte oturuyorsun, maniküre nereye gidiyorsun, kuaförün kim, araban ne marka gibi aptal sorular yok burada. Ne yaptığın umurlarında değil. Adını bilmek istiyorlar sadece, ki yarın adınla seslenecekler….





Köye gelince, küçük bakkala giriyorum. Sattıkları, sebze, su, kalem, defter ve sigaradan ibaret minicik bir dükkan. Önündeki banka yaşlı bir adam oturuyor. Namaste diyorum, gülerek kalkıyor, Namaste deyip dükkanın içine geçiyor. Pani diyorum, dui. Sayıları öğreniyorum ya iki şişe alayım. Buzdolabından, bir tek dükkanların buzdolabı var burada. İki tozlu şişe çıkarıp, gazete kağıdıyla siliyor, gülümseyerek. Uzatıyor şişeleri, çantama tıkıştırıyorum. 50 rupi uzatıyorum alıyor, kilitli kasanın anahtarını arıyor bir süre, buluyor. Açıyor, acelesi yok, benim de… Verdiğim parayı içine koyuyor, 10 rupi buluyor, kilitliyor tekrar bana uzatıyor. Alıyorum, gülümseyerek Namaste diyorum, gidiyorum.



Dönüş yolunda bir sigara daha yakıyorum. Sallanarak dönüyorum. İnsanın acelesi olmaması ne güzel bir duygu. Burada zaman yavaş geçiyor. İstediğin kadar yavaş. Evlerden yine bağırıyorlar, Hello! Diye. Gülerek hello diyorum herkese. Yine nereye gidiyorsun diye soruyorlar eve diyorum bu sefer. Etrafımda koşuşturarak dolanıp evlerine dönüyorlar.


Eve geldiğimde, Babu ve Nani yemeğe oturuyorlar, onlarla yemeğimi yiyorum yine. Bu dal bhat tarkari gittikçe daha lezzetli gelmeye başladı. Patates acı geliyordu ilk günler, alıştım biraz galiba acıya. Ben hayatta acı yemem. Bir çiğköfte yerim acı, o da, rahmetli dedem öyle güzel yapardı ki yana yana, zıplaya zıplaya yerdik. Hele yazlıkta amcamlar, halamlar ve biz, o minicik evin iki odasına sığışıp kaldığımız zamanlarda mutlaka bir gece çiğköfte yapılırdı. Büyüklere balkonda rakı sofrası hazırlanırdı, çocuklara içeride minik bir masa. Bize bibersiz salata, onlara biberli, bize kola fanta, onlara rakı. Bize köfte patates, onlara çiğköfte, meze. Bütün mahalleye de birer tabak çiğköfte dağıtılırdı, balkonlardan kadehler kaldırılırdı, Osman Bey gene döktürmüşsünüz şerefinize! Dedem de, babam, amcam ve eniştemle karşılıklı rakısını yudumlardı keyifle. Halam içmezdi de gelinler de birer kadeh içerlerdi. Babaannem, dedem sen de bir kadeh için Asin dediğinde, aman Osso boşver, midemi kötü yapıyor derdi…


O gecelerde işte, acının acısını unutur, babaannemin bize bir tabağa dizdiği birkaç çiğköfteyi yemek için yarışırdık. Yana yana zıplaya zıplaya…. Bitiren büyüklerin masasına koşup bir tane daha alayım diye dizilirdi. Nazlanırlardı büyükler. Sanki biz ziyan ediyor gibiydik çiğköfteleri. Zaten konu komşuya gitmiş yarısı… O çiğköftedir yediğim tek acı benim. Bir tane yedin mi zaten ağzın yandığından yüz tane de yesen fark etmezdi artık.

Sanki acı ağzımın tadını bozuyor gibi geliyor bana, ama burada patates acı da olsa, seçenek yok. Yok ben bunu yemem diyemezsin. 32 yaşındasın, bana ayrı yemek yapın denmez, hele ben hiç diyemem. Yerim gider…. E zamanla da alışırım nasıl olsa…





25 Temmuz 2008 Cuma

Manju


Sabah kapım çalınıyor, deli gibi... Esbeett diye bağırıyor Ayush, 9 yaşında, Shreeram'ın oğlu. Adı Ayush ama evde ona Babu deniyor. Doğan ilk erkek çocuğa Babu, ilk kıza da Nani diyorlar. Kapıyı açtım. Elinde bir bardak çay, gunaydın diyor. Aldım çayı oturdum dışarıya. Bir yudum aldım. Sütlü, şekerli zencefilli siyah çay. Ne yapacağım ben sütlü nescafelerim lattelerim olmadan. Tadı garip. Sigara meselesini de çözebilmiş değilim. Shreeram sigara içilmiyor evde dedi. İçmedim ben de, ama sabah oldu şimdi, kendime gelmek için bir sigara gerek kahve yoksa... Bakarız bir çaresine.
 
 
 
Şimdilik sütlü çayımı yudumluyorum, zaten etrafa bakınca manzara nefesimi kesiyor... Nepal üç doğal bölgeden oluşuyor. Biri dağlık. Ortalama 6000 m. Dünyanın 15 en yüksek zirvesinden 8 tanesi bu bölgede. En önemlisi, ilki tabii; Everest. 3üncü ve 4üncü de burada. Diğer bölge tepelik dedikleri, ortalaması 2500- 3000m olan bölge. Ve benim bulunduğum yer deniz seviyesine 200m yükseklikte. Elimde çayım durduğum yerden uçsuz bucaksız bir ülke görüyorum o an. Açık bir havada Annapurna'yı görmek mümkün. Etrafım önce pirinç tarlaları ve arkasında dağlarla çevrili. Çok sonraları Nepallilerin bazen saatlerce hiç birşey yapmadan bir yerde oturmalarına anlam verecektim. Şimdilik kalabalık ve şuursuz zihnim izin vermiyor tadını çıkarmama...

Shreeram ve karısı evde yok. Rekha Didi (abla demek nepalcede), Babu ve Nani oturduk çayımızı bitirdik. Nani, 4 yaşındaki Ayusha, pek oturdu denemez. Nitekim önümüzdeki 2 ay boyunca onun oturduğunu, yemek yediği anlar hariç hiç görmeyecektim. Bu arada 4 yaşında olduğunu öğrenene kadar onu cüce sandım desem yeridir. Çayını içip pirinç patlağını yedikten sonra kitaplarını defterlerini çıkardı, ödevini yapmaya başladı. Nepalce ve İngilizce kelimelerini yazdı. Sonra topladı her şeyini. 9 da acıktın mı diye sordu Babu. Evet dedim. Onlarla oturup yemek yedim. Yine dal bhat tarkari geldi. Bir an için yemeğe bakıp, buraya gelirken sürekli pilav yediğime pişman oldum:))) Yemek bu burada. Sabah akşam dal bhat tarkari. Kültürel bir şey bu. Her öğün aynı yemek. Nerede bizdeki bal kaymak kahvaltılar.... Anladınız değil mi?
Vakit kaybetmeden hazırlandılar. Nani okul üniformasını giydi, eski bir etek kırmızı, beyaz bir gömlek. Kendi başına hazırlandı, saçlarını yaptı, felaket kokulu bir yağla ıslatıp ortadan ikiye, ayırdı iyice yapıştırdı kafasına. O yağ meğerse Nepalli kadınlar uzun siyah parlak inanılmaz saçlarını ana sebebiymiş ama her şeyin bir bedeli var işte...
 
 
Çok tatlı oldu, çok da komik.... Okula gittiler. Saat 11 de Asa ve Santi geldi okuldan. Onlar devlet okuluna gidiyorlar, 6 da başlıyor 11 de bitiyor. Asa, Rekha Didi'nin kızı. Rekha Didi'nin kocası seneler önce çalışmaya Sri Lanka'ya gitmiş bir daha ses soluk çıkmamış. İki kızı daha varmış haftalar sonra öğrendim, ders vereceğim Tharu köyünde teyzeleriyle yaşıyorlar. Asa'nın bir sponsoru var My World projesi dahilinde. Santi'nin de ailesi yok. O da sponsorla okula giden çocuklardan. Bir gün Shreeram yeteri miktarda sponsor bulduğunda böyle yardıma muhtaç çocuklara bakılan bir eve dönüştürecek bu projeyi. Bir yardımım olur umarım. Ayda 15$ a bu çocuklar okula gidip besleniyorlar. Yeter ki birilerinin gönlünden kopsun....


Asa ve Santi eve geldikten hemen sonra yemeklerini yediler, ödevlerini yaptılar sonra odamın kapısının önünde taşlarıyla oynamaya başladılar. Baktım ki annemin Malatya'da oynadıklarından bahsettiği beş taş oynuyorlar. Biz hiç oynamadık bu oyunları, hep oyuncaklarımız oldu. Bebeklerimiz, legolarımız, binbir çeşit oyuncağımız. Biz hiç beş tane taşı alıp, kapı önünde oynamadık. Ne yazık bize. Ne yazık ki biz beş tanecik taşla çocukluğumuzu geçirmedik. Dolayısıyla ne taşın ne oyuncağın ne elimizdekilerin değerini bildik. Hayal gücümüz bizi şişe kapaklarından, çalılardan, iplerden, çöplerden bir dünya yaratmaya yönlendirmedi. Bize her şey hazır verildi. Üstelik yanlış... İnce uzun barbi bebeklerle zayıf olmaya özendik, güzel giysileriyle onlar gibi giyinmeye, oyuncak bebeklerle anne olmaya, küçük oyuncak ütülerle ev kadını olmaya, arabalarla hızlı olmaya ve maalesef bazen silahlarla kılıçlarla vahşi olmaya. Kalbimizden, gönlümüzden aklımızdan geçen değil de oyuncakçıların aklında geçenle büyüdük biz.
 
Böyle görünce taşlarla oynayan çocukları, çocuklarımın oyuncağı olmasın beş taşı olsun yeter dedim.... Öyle eğlendiler ki her gün aynı taşlarla.... O taşların hep bir yeri var. Orada duruyorlar. Kaybedilmiyorlar, kıymetliler onlar için. Aynı boyutta 5 taş. Bunda ibaret öğleden sonra oynamak.... Bunu öğretebilsek çocuklarımıza başka şey öğretmeye gerek kalmaz belki de.....
 
Sonra evin geri kalanı geliyor yavaş yavaş. Shreeram ve Sarita okuldan geliyorlar 11.30 da. Yemek yiyorlar. Ev işleri yapılıyor. Sarita ve Rekha tarlaya gidiyorlar, ot kesmeye. Hem yabani otlardan temizleniyor mısır tarlası hem de keçilere yiyecek birşeyler çıkıyor. 4 de çay içiliyor tekrar. İlk içtiğimde garip gelen çay saat 4 de daha lezzetliydi sanki. Sarita daha çok zencefil mi koydu aceba? Shreeram'la biraz Nepalce çalıştık. Bu yaşta fiil çekimleri falan insana çok zor geliyormuş onu farkettim. Nasılsın, iyiyim gibi temel cümleleri ezberlesem yetmez mi aceba?

Odamda oturdum bir süre. Ben hep odamda otururum zaten. Annemin evinde yaşarken de hep odamdaydım. Hele ergenlik çağı denilen o acayip zamanda. Yemeğimi yer odama çekilirdim. Şimdi de vaktimi odamda geçirmeye meyilliyim. Tanımıyorum kimseyi, konuşamıyorum kimseyle. Kitap getirdim 5 tane onları okuyup müzik dinliyorum. Yabani diyecekler bana biliyorum. Hep öyle dediler. Ama tanıyınca sevecekler, hep sevdiler:))) Kızkardeşimle bu konuda tam zıttız biz. Onun için hep derler ki, gören sever. Benim için de tanıyan sever... Küçükken biz, misafirler gelirdi, ben merhaba deyip soğuk soğuk odama kaçardım, kızkardeşim Bidar yanlarından ayrılmazdı, bayılırlardı ona.... Hala değişmedi birşey belli ki.... İnsanın değişmesi zor zaten... Onun yerine hayatımızı, çevremizi ayarlıyoruz kendimize göre.
 
  
Olduğumuz gibi kabul edileceğimiz ortamlardan çıkmıyoruz. Lise arkadaşlarımızdan kopmuyoruz. Bizi yadırgamayan insanların etrafında bulunuyoruz bir ömür boyu... Burada kimse yadırgamadı yabaniliğimi... Umursamadılar. Hayat öyle basit ki burada, kimsenin bu neden böyle demeye hali, durumu yok.

Sabah okula git, eve gel yemek pişir (ne pişireceğim kaygısı olmadan), tarlaya git ot kes, bufaloyu ve keçileri otlamaya çıkar, akşam yemeği için kabak topla, yemeği hazırla, bulaşıkları yıka, elektrik varsa biraz televizyon seyret ve uyu.... Neden hayatı karıştırıyoruz ki... Bu kadar aslında, bu kadar basit....

 
Akşam yemeğinde yine dal bhat tarkarimizi yerken, ismimin çok zor olduğuna kannat getirdiler. Şaşırmadım, Türkiye'de hep isimler taktılar bana... Nepalce bir isim vermeye karar verdiler. Manju dedi Sarita. Herkese o veriyormuş isimlerini. Manju dedim süper!İkinci günün gecesi. Yine ağustos böcekleri, gece kuşları, rüzgarın sesi, çatının tıkırtıları, daha bir rahat bu akşam. Daha mı serin? İçim daha mı rahat. Nepaldeyim ben. Hala şüphelerim var. Ama buradayım... Manju'yum ben artık....

İyi geceler Manju.....

İlk gün...

Shreeram'ın (ev sahibim) motorsikletini alması gerekiyordu o yüzden ben yalnız indim taksiden. Bir sürü çocuk ve iki kadın karşıladı beni.

Sarita, Shreeram'ın karısı, Rekha "My world" isimli yetimhane projesinde bakıcı olarak çalışan kadın, Ayush, Ayusha, Asa, Santi, Anjeli, Bipin, Bipika (evin ve komuşunun çocukları) üstüme atladılar. Hepsi sevgiyle umutla karşıladı beni. Birazcık ingilizce biliyor bir kısmı. Büyük çocuklar biraz daha iyi konuşuyor. Odamı gösterdiler, yerleştim. İncecik şiltesiyle tahta bir yatak, iki eski sandalye bir kırık sehpa bir eğri raf vardı odamda. Eşyalarımı koydum, tulumbada elimi yüzümü yıkadım. Tuvalet dışarıda, alaturka. Shreeram da gelince saat 7 olmuştu neredeyse. Yemek vakti. Çocuklar bahçenin ortasına eski bir mat serdiler. Önüne 4 metal bardağa su doldurup dizdiler. Dışarıda, ahırın hemen yanındaki mutfaktan sırayla tabaklarını aldılar dizildiler mata. Tabaklar metal, içinde pilav(bhat) mercimek çorbası (dal) ve patatesli sebze (tarkari) var, elleriyle pilavı çorbayla karıştırıp yemeğe başladılar. Sonra büyüklere de yemek geldi. Biz Shreeram'la verandada tahta bir sedire oturduk, bana getirdikleri tabak yine metal ama farklıydı. Birden çok bölümü vardı. Yemekler ayrı bölümlere konmuştu. Birinde bhat, birinde dal birinde tarkari... (Artık pilav çorba sebze demeyeceğim bunlara dal bhat tarkari isimleri) Shreeram'a çocuklarınki gibi ama daha büyük bir tabak geldi içinde bolca dal bhat tarkariyle. O da eliyle, sağ eliyle, karıştırdı ve yemeğe başladı. Bana kaşık vermişlerdi. Ben de dalı bhata döküp kaşığımla yedim. Rekha verandanın kenarında yerde yedi, Sarita da bize daha yakın oturdu yere. Yemeğimin yarısına geldiğimde Sarita ayaklandı ve "bhat kani?" diye sordu. Sonra da ingilizce "more rice?" dedi. "No" dedim. "Thank you" Shreeram daha istemiyorsan "pugio" diyeceksin dedi gülerek. Eh Namaste'den sonra ilk kelimem. Pugio... Namaste selamlaşma. İçindeki tanrıyı kutsuyorum demek....

Yemekten sonra önce çocuklar sonra büyükler sırayla tabaklarına biraz su döküp tulumbanın yanındaki kovaya döktüler tabaklarında kalanları. Ben de aynı şeyi yaptım. O kova sonra keçiye verilecek... Tulumbada bulaşıkları Rekha yıkadı. Biraz oturduk, elektrik kesildi. Çocuklar televizyonun başından zıplayarak geldiler "Line go" diye bağırarak... Sağa sola oturdular bana sorular sordular. Elektrik gelince elime bir kitap verdiler, odalarında oturup onlara kitap okudum. Uyuya kaldılar... Odama gittim ben de... Cibinliğimi kurduk. Fanı çalıştır dediler sıcak olursa. Cibinliğimin içine girdim, etrafta varlığından haberdar olduğum ama henüz karşılaşmadığım bilimum böcek vs den uzak, hafif nemli, tahta kokan sert yatağımda uykuya daldım. Aklımdan bütün dünya geçti, gitti... Kathmandu'dan herkese mail atmıştım iyiyim her şey yolunda diye. Bir anda Nepal'de olduğumu, evimden, ailemden, arkadaşlarımdan çok uzakta, her nevi alışkanlığımdan yüzlerce km uzakta olduğumu farkettim.

Bir an için aceba gerçekten burada mıyım ben dedim. Rüya mı yoksa, düşünüyor muyum sadece? Öyle uykuya dalmışım.... Ağustos böcekleri, gece kuşları, rüzgar, çatıdan gelen tıkırtılar arasında....
14 Mayıs 2008

24 Temmuz 2008 Perşembe

Kathmandu - Chitwan



Dünyanın en ilginç şehirlerinden birinde, arka sokaklarda bir yerde küçük, izbe bir restaurantın kapısında duran bir masaya oturduk. Julie, Dadoo, Shreeram, Bhim ve ben. Sonra Shant geldi restaurantın sahibi, birleştirelim sizi bu masayla dedi, yan masayı göstererek, onlar da hoş sohbet insanlar. Niye itiraz edelim ki? Masada bir Kanadalı var, yoga eğitmeni 3 yıl Hindistanda yaşamış sonra Nepale gelmiş . Bir Amerikalı var, Nepalli bir kadınla evli bir çocukları var ve Nepal'deki hapishanelerde bulunan kadın ve çocukları eğiten bir organizasyonla çalışıyor. Herkes bir yerlerden gelmiş buraya herkesin bir amacı var... Onlar rom içiyorlar, hem de su karıştırıp, bana sordular bira dedim Tuborg geldi. Tanıdığım bir şey.

Sohbet uzadı gitti, ta ki polisler gelip "saat 10 oldu artık kapatın ya da içeri geçin" diye uyarana kadar. İçeride bir odaya geçtik, biraz daha sohbet, bir iki sigara sonra artık otele dönme vakti geldi. Yürüdük, şimdi sessiz, ıssız ve karanlık sokaklarda. 4 saat önce bütün dünya Kathmadu'daydı sanki şimdi saat 11'de herkes kaybolmuştu ortadan. Bir tek bufalolar ve tanrılar kalmıştı, ve çöp kokusuna karışan tütsü dumanları...

Sabah 6'da telefonum çaldı. Hemen hazırlanabilir misin? dedi Shreeram. Lobide buluşalım 20 dakikaya, gideceğimiz göreceğimiz yerler var sonra da Chitwan'a yolculuk... Tamam dedim. İtiraz edemeyecek kadar yorgun ve uykusuzdum. O sessiz ıssız sokaklar sabaha karşı dile gelmişti. İnsanlar, motorsikletler ve tüm dünya yine Kathmandu'da tam odamın altına toplanıp hayata devam etmişti sanki. Bir an yatağımda oturdum öylece. Ne yapıyorum ben diye düşündüm, neredeyim? Neden kaçtım ki bu kadar uzağa? Hayattan mı? Yeni Delhi havaalanında, uçağıma daha 9 saat varken sandalyelerin dizli olduğu, aşırı soğutulan o garip salonda oturmuş beklerken de aynı hisse kapılmıştım. Şu anda yatağımda serin serin uyuyor olabilirdim. Hiçbir şeyi değiştirmem gerekmezdi. Duyduklarımı, bildiklerimi bir kenara atıp her şey normalmiş gibi yapabilirdim. Hayatım harika gidiyormuş da, İstanbul'da yaşamak bana mutluluk veriyormuş gibi yapabilirdim. Gerçekle yüzleşmenin ve değiştirmenin ne gereği vardı ki durduk yere? Bunlar kafamdan geçerken kendime güldüm. Yapabilseydim, yutabilseydim yutardım zaten. Daha önce de gerçeği beğenmeyip gittim. Daha önce de olanları görmezden gelmektense yeni olanlar yaratmaya gittim. Demek ki tebdili mekanda ferahlık var gerçekten. E bu mekanda olmazsa nerede olacak ki ferahlık? "Burada" dedim kendime "bulamazsan hiçbir yerde bulamazsın". Bulunduğu yerde mutlu olamayan insan hiçbir yerde mutlu olamaz. Tam da şimdi, burada. Yanıbaşımdaymış, hep oradaymış, benim onu bulmamı bekliyormuş, hazır olmamı. Aldım yanıma. Hazırlandım, taksiye atlayıp Pashupathinath'a gittik.


Burası bir Hindu manstırı. Nepal'in en büyük Hindu manastırlarından biri. İçeride krematoryumu var. Neyse ki ben gittiğimde kimsenin sırası gelmemişti daha... Hindu olmayanları içeri almıyorlar, biz de dışında bir yerde oturup etrafı seyrettik. İçeride ayinler vardı. Uzaktan bir kaç optik zoomla gördüğüm kadarına baktım. Biraz fotoğraf çektim. Otururken bir maymun elinde muzla geldi. Bir adam da peşinden. Alamadı tabii muzu. Maymundan muz alınır mı? İnsanların muzu zor alabildiklerin bir yerde muzunu maymuna kaptırmak ağır olsa gerek, kafasını eğdi gitti. Maymunun kısmetiymiş. Dolaştık, çıktık.



Taksiyle Swayambhunath'a gittik. Maymun manastırı da diyorlar buraya. Tepede bir Budist manastırı. Burası da Pashupathinath gibi 2003'den beri "World Heritage List" denen koruma listesinde. Otantikliğini ve kültürel değerini kaybetmesinden endişe edilen onca yer arasında. Her şeyi görmek adına her şeyi ne kadar eskittiğimizi ve bozduğumuzu düşününce burada bulunmak insanı biraz buruyor aslında. Yüz yıllarca insanların sakin ve huzur içinde ibadet ettikleri bu yerler şimdi turistlerle ve turistik dükkanlar dolup taşıyor. Yine de bu tepede, turistlerin fotoğraf makinalarının gölgesinde, som altından yapılmış minik tapınakların arasında, size om kasesi satmaya çalışan satıcıların yanında öyle bir enerji var ki nerede olduğunuzu biliyorsunuz, anlıyorsunuz. Bir zamanlar tanrılar yeryüzüne indilerse buraya uğramışlardır, hissediyorsunuz...
Gezintimiz bitince otele döndük. Bir şeyler yemeğe gittik. Menüye baktım yemekleri hiç bilmiyorum tabii. Soramam da ben öyle her şeyi. Pilav istedim sebzeli. Bunu not alın. Geldi, yedim. Otele gittik toparlandık, taksiye bindik otogara gittik. Kornaların, her yönden gelen deli araçların, rikshawların, motorikshawların, bufalo ve keçilerin arasından benzin istasyonunun yanında bir park yeriymiş otogar dedikleri. Kavga dövüş, pazarlık derken mikrobus denen küçük bir dolmuşa sığıştık. Çantalarım tepeye bağlandı. İtiş kakış yola çıkıldı. Biri sürekli dolmuşun kenarına vuruyor. Git mi diyor dur mu bilemedim. Yol boyunca Nepal pop dinleyen, 18'inde deli bir şöfor, uçan Nepalli, daracık dağ yolunda gidilmesi mümkün olan en yüksek hızda, 60km, sürekli korna çalarak bizi sağsağlim ulaştırdı Narayangarth'a. Bir ara yol tıkandı, 40 dakika bekledik, sonra çalılarda tuvalet molası, sonra yol kenarında yemek molası. En sonunda indik dolmuştan. Taksiye bindik yine. Dere tepe düz gittik, belki bir saat. Yol boyunca evlere bakıp tahmin etmeye çalıştım nasıl bir evde duracağımızı hayal ettim.
Sonra durduk.
O evin kapısında....

14 Mayıs 2008...

23 Temmuz 2008 Çarşamba

FaceNepal

Sevgili dövmeci dostum Kerem, (bakmayın bi öyle deriz ona da aslında dövme sanatçısısdır) bir gün bizi döverken, Nepal'de 2009'da güneş tutulmasının çok güzel görüneceğinden bahsetti. Ben o sıralarda dövme yaptırmanın yanısıra gönüllü çalışmayı düşünüyordum. İnternette, Afrika'daki organizasyonlardan başlayıp, Güney Amerika'dakilere kadar ilerlemişken, bir gün Google'a "Nepal Volunteer Work" yazdım. İlk sayfada gelen organizasyonlarda biraz dolaştıktan sonra ikinci sayfaya geçtim. Aradıklarımı çoğunlukla ikinci sayfada buluyorum nedense. FaceNepal diye bir organizasyon ilgimi çekti. Mütevazi bir web sitesi vardı. Gönüllü olmak için organizasyonlara bir miktar para ödemek gerekiyor. FaceNepal'in fiyatları da makuldü. Bir başvuru formu doldurdum email attım. Bir iki gün sonra cevap geldi. Gideceğim vakti ve kalacağım süreyi ben belirleyecektim. Hayatımın öyle bir zamanında aldım ki bu maili gitmemem olanaksızdı zaten. Uzaklaşmam gereken, evimi, hayatımı bir süreliğine ardımda bırakmam gereken bir zamandı. Kendimle ilgili kaygılarımı, hayatla ilgili kaygılarımı, durmaktan kaynaklanan yılgınlığımı, yılmaktan oluşan durağanlığımı bir kenara atıp gitmem gerekiyordu. Farkına vardığım için mutluyum. FaceNepal'e 12 Mayısta geliyorum dediğim andan itibaren doğru bir şey yaptığımı biliyordum. Hiç şüphe etmedim. İyi ki de etmemişim.

Miles&Miles'dan bedava bilet alayım diye Yeni Delhi üzerinden, 9 saat beklemeyle ulaştım Kathmandu'ya. Aslında Katar ya da Dubai üzerinden gitmek daha mantıklı. Ama oldu bir kere.

Yeni Delhi havaalanında hayattan bezdikten 4 saat sonra AirIndia Kathmandu uçağına binmeyi başardım. Uçağa bindiğim an burun deliklerim sarmısak, köri ve safran karışımı bir kokuyla doldu. Bir an için koku alma duyumdan sonsuza dek vazgeçmeye hazırdım. Ama uçak havalandıktan sonra Hindistan'ı kuşbakışı seyrederken kokuyu falan unuttum. Yine de yemek yemek istemedim ama hostesin içine sinmedi illa ye bir şeyler diye ısrar edince pilav istedim. Onca şey arasından pilav seçtim ben. Ne büyük hata. İlerledikçe anlayacaksınız ne büyük hata olduğunu...

Sonra Kathmandu'ya yaklaşınca nefesim kesildi. Daha alçalmaya başlamamıştık ama kanatlarımız dağlara değiyordu neredeyse. E dünyanın çatısındaydım sonuçta. Dünyanın en yüksek 15 zirvesinden 10 tanesine bakıyordum dile kolay. Uçak korkusu o nefes kesen manzarada kayboldu gitti birden.

Uçak indiğinde içimde bir tedirginlik oluştu birden. Beni almaya gelecekler miydi. Hiç tanımadığım bilmediğim bir organizasyonla yazışmıştım. Ya sırf eğlence olsun diye yazışıp sonra ortada bırakan bir grup deliyle muhattap olduysam? Ya beni kaçırırlarsa? Eh dedim hayat işte gel dedi geldim, geleceğim varsa göreceğim de var demektir. Vize işlemleri, pasaport kontrolü, valizler derken çıkış kapısında adım yazılı bir kartonla bekleyen 3 kişi, ilk defa kartonda adım yazılıyor benim. Çok eğlenceli. Ya ben onları görmezden gelip taksiye atlayıp gitseydim. O da komik olurdu herhalde... Tanıştık. Shreeram, yazıştığım organizasyon yöneticisi, eğitimden sorumlu Bhim ve kalacağımız otelin resepsiyonisti. Beni aldılar arabayla Kathmandu'ya Mt. Annapurna Guesthouse'a gittik. Kathmandu'nun merkezinde, Thamel denen mahallede küçük, ucuz sevimli bir otel. Odama yerleştim. Yan odaya gelen Fransız gönüllüler Julie ve Daddo'yla tanıştım. Biraz sohbetten sonra bir arkadaşlarının yeni açtığı restauranta gittik. Kathmandu küçük ama inanılmaz kalabalık bir şehir. Daracık sokakları var ama sokalarda, yayalar, motorsikletler, rickshawlar (iki kişinin binebildiği şoförlü bisiklet ), arabalar, taksiler (hepsi suzuki marutti), dolu, trafik ters yönden akıyor, her an kornaya basılıyor ve kimse kimseyi önemsemiyor. Sokaklar pis, çöp içinde, hava kirli, gürültülü ama garip bir umursamazlık bir çeşit huzur var tüm bu cümbüşün içinde.

Sanırım Kathmandu'da olduğunu biliyor olmandan kaynaklanıyor. Dünyanın çatısında, hipilerin yolunda, manastırların, tütsülerin, om kaselerinin, bufaloların, tanrıların, arasında....
13 Mayıs 2008...

22 Temmuz 2008 Salı

Bir gün kendimi Nepal'de buldum.

Hayat bize her gün umulmadık sürprizler hazırlar. Bazı günler farkına varırız da, bazı günler es geçeriz, hayatı da, sürprizlerini de.... Hani bazı günler ötekilerden daha güzeldir ya. Sebebi budur işte.
Bazıları, her yaşananın bir sebebi olduğuna inanır, bazıları, sadece kader olduğuna, psikyatristler, bilinçaltına... Ben, her sabah uyandığımızda karar verdiğimize inanıyorum. Her gün o gün yaşanmalı. Öncesi sonrası yok....

Bir sabah ben de uyandığımda, hayatı olduğu gibi yaşamak istedim. Geldiği gibi.... Nepale götürdü beni hayat. Kendimi bulmaya. Oradaymışım meğer ben zaten... Beni bekler dururmuşum....


Yok yok kişilik bölünmesi yok bende. Sadece kaptırıp gidiyorum öyle bazen... İşte o gün de kaptırdım Nepal'e gittim. Kaptırın kendinize arada, hayat nereye götürecek beni diye kaygılanmadan. Birine kızıp, gidiyorum deyin buralardan, bir sabah gözünüzü bilmediğiniz, tanımadığınız bir ülkede açın. Zor değil, bir bilete bakıyor sadece. Gidilmeye gerçekten değen yerler de pek popüler değil dolayısıyla servet ödemiyorsun bilete. Sadece yolculuğun amaç olduğundan emin olun gidilecek yerin değil...


Bir gün bir arkadaşım, 2009 da tam güneş tutulmasının en güzel Nepal'de izleneceğini söyledi. Ertesi gün Nepal Volunteer Work yazdım google'a, bir kaç hafta geçti, Kathmandu Tribuavan Havaalanında Organizasyon görevlisi tarafından karşılanıyordum. O birkaç haftada aşılarım, biletim, eksiklerim tamamlandı, 12 Mayıs 2008'de yola çıktım. Saat tam 19.00'da.


Bu kadar kısa değil elbet her şey, işin öncesi var, hatta yüzyıllar öncesi var. Genlerime işleyen bir tarih var. Ülkesini toprağını ailesini terkedip tanımadığı bir ülkeye göç eden atalarım var. Her nesli başka ülkede doğan bir ailem var. Durduğu yerde duramayan kanım var. İkinci dünya savaşı sırasında Norveç'e savaşa gönderilip, Almanya'ya esir düşüp, savaş esirleri Sibirya'ya sürüldüğünden ülkesi Azerbeycan'a geri dönemeyip, önce Almanya'ya, sonra Malatya'ya sonra tekrar Almanya'ya yerleşen bir dedem var. Kan davası olmasın diye babasını öldürenlerin onu, onun da katilleri bulamayacağından emin olmak için Sivas'tan İstanbul'a gönderilen ama Karabük'ten emekli bir başka dedem var. Annesi Rusya'da doğan, asil olduğu için Sibirya'ya sürülen oradan Çekoslovakya'ya kaçıp Almanya'ya yerleşen, Almanya'da doğduğu halde, Çekoslovakya, Türkiye, Almanya'da yaşamış bir anneannem var. Ailesi Yugoslavya'dan İstanbul'a göçen ama, dedemle Karabükte evlenen bir babaannem var. Malatya'da doğan Almanya'da evlenen, Alanya'da boşanan, 17 sene aynı şehirde yaşamamış bir annem var. Karabük'te doğan, Almanya'da evlenen, Alanya'da boşanmış bir babam var (haliylen). Amerika'da, Almanya'da, Fransa'da, Azerbeycan'da, Rusya'da akrabalarım var. Dolayısıyla içim hep gitmek ister. Hep başka ülkelerde yaşamak ister. Hatta hepsinde, mümkün olsa....

Gerçi kuantum fiziğine göre mümkün ve oluyor da karıştırmayalım şimdilik.

İnsanın içinden gelenleri yapması gerek. Gitmek istediğiniz bir yer varsa şimdi gidin. Yapmak istediğiniz birşey varsa şimdi yapın. Sevmek istediğiniz biri varsa şimdi sevin. Kalbinizi bir yerde birinde bırakmaktan korkmayın... Sevmekle azalmıyor kalp, çoğalıyor....

Ben kalbimi Nepal'de, ders verdiğim kadınlarda, çocuklarda bıraktım. Geri geldim çoğaldım. Şimdi çok daha büyük bir kalbim var, yine gitmeye daha çok sevmeye hazır....

E bir gün Nepal'e gittim işte ben de.... Böyle başladı herşey.
Nepal, Chitwan, Pathiani, Patalahara'da bir köy evinin kapısında.
Fotoğraftaki evin kapısında....