25 Temmuz 2008 Cuma

Manju


Sabah kapım çalınıyor, deli gibi... Esbeett diye bağırıyor Ayush, 9 yaşında, Shreeram'ın oğlu. Adı Ayush ama evde ona Babu deniyor. Doğan ilk erkek çocuğa Babu, ilk kıza da Nani diyorlar. Kapıyı açtım. Elinde bir bardak çay, gunaydın diyor. Aldım çayı oturdum dışarıya. Bir yudum aldım. Sütlü, şekerli zencefilli siyah çay. Ne yapacağım ben sütlü nescafelerim lattelerim olmadan. Tadı garip. Sigara meselesini de çözebilmiş değilim. Shreeram sigara içilmiyor evde dedi. İçmedim ben de, ama sabah oldu şimdi, kendime gelmek için bir sigara gerek kahve yoksa... Bakarız bir çaresine.
 
 
 
Şimdilik sütlü çayımı yudumluyorum, zaten etrafa bakınca manzara nefesimi kesiyor... Nepal üç doğal bölgeden oluşuyor. Biri dağlık. Ortalama 6000 m. Dünyanın 15 en yüksek zirvesinden 8 tanesi bu bölgede. En önemlisi, ilki tabii; Everest. 3üncü ve 4üncü de burada. Diğer bölge tepelik dedikleri, ortalaması 2500- 3000m olan bölge. Ve benim bulunduğum yer deniz seviyesine 200m yükseklikte. Elimde çayım durduğum yerden uçsuz bucaksız bir ülke görüyorum o an. Açık bir havada Annapurna'yı görmek mümkün. Etrafım önce pirinç tarlaları ve arkasında dağlarla çevrili. Çok sonraları Nepallilerin bazen saatlerce hiç birşey yapmadan bir yerde oturmalarına anlam verecektim. Şimdilik kalabalık ve şuursuz zihnim izin vermiyor tadını çıkarmama...

Shreeram ve karısı evde yok. Rekha Didi (abla demek nepalcede), Babu ve Nani oturduk çayımızı bitirdik. Nani, 4 yaşındaki Ayusha, pek oturdu denemez. Nitekim önümüzdeki 2 ay boyunca onun oturduğunu, yemek yediği anlar hariç hiç görmeyecektim. Bu arada 4 yaşında olduğunu öğrenene kadar onu cüce sandım desem yeridir. Çayını içip pirinç patlağını yedikten sonra kitaplarını defterlerini çıkardı, ödevini yapmaya başladı. Nepalce ve İngilizce kelimelerini yazdı. Sonra topladı her şeyini. 9 da acıktın mı diye sordu Babu. Evet dedim. Onlarla oturup yemek yedim. Yine dal bhat tarkari geldi. Bir an için yemeğe bakıp, buraya gelirken sürekli pilav yediğime pişman oldum:))) Yemek bu burada. Sabah akşam dal bhat tarkari. Kültürel bir şey bu. Her öğün aynı yemek. Nerede bizdeki bal kaymak kahvaltılar.... Anladınız değil mi?
Vakit kaybetmeden hazırlandılar. Nani okul üniformasını giydi, eski bir etek kırmızı, beyaz bir gömlek. Kendi başına hazırlandı, saçlarını yaptı, felaket kokulu bir yağla ıslatıp ortadan ikiye, ayırdı iyice yapıştırdı kafasına. O yağ meğerse Nepalli kadınlar uzun siyah parlak inanılmaz saçlarını ana sebebiymiş ama her şeyin bir bedeli var işte...
 
 
Çok tatlı oldu, çok da komik.... Okula gittiler. Saat 11 de Asa ve Santi geldi okuldan. Onlar devlet okuluna gidiyorlar, 6 da başlıyor 11 de bitiyor. Asa, Rekha Didi'nin kızı. Rekha Didi'nin kocası seneler önce çalışmaya Sri Lanka'ya gitmiş bir daha ses soluk çıkmamış. İki kızı daha varmış haftalar sonra öğrendim, ders vereceğim Tharu köyünde teyzeleriyle yaşıyorlar. Asa'nın bir sponsoru var My World projesi dahilinde. Santi'nin de ailesi yok. O da sponsorla okula giden çocuklardan. Bir gün Shreeram yeteri miktarda sponsor bulduğunda böyle yardıma muhtaç çocuklara bakılan bir eve dönüştürecek bu projeyi. Bir yardımım olur umarım. Ayda 15$ a bu çocuklar okula gidip besleniyorlar. Yeter ki birilerinin gönlünden kopsun....


Asa ve Santi eve geldikten hemen sonra yemeklerini yediler, ödevlerini yaptılar sonra odamın kapısının önünde taşlarıyla oynamaya başladılar. Baktım ki annemin Malatya'da oynadıklarından bahsettiği beş taş oynuyorlar. Biz hiç oynamadık bu oyunları, hep oyuncaklarımız oldu. Bebeklerimiz, legolarımız, binbir çeşit oyuncağımız. Biz hiç beş tane taşı alıp, kapı önünde oynamadık. Ne yazık bize. Ne yazık ki biz beş tanecik taşla çocukluğumuzu geçirmedik. Dolayısıyla ne taşın ne oyuncağın ne elimizdekilerin değerini bildik. Hayal gücümüz bizi şişe kapaklarından, çalılardan, iplerden, çöplerden bir dünya yaratmaya yönlendirmedi. Bize her şey hazır verildi. Üstelik yanlış... İnce uzun barbi bebeklerle zayıf olmaya özendik, güzel giysileriyle onlar gibi giyinmeye, oyuncak bebeklerle anne olmaya, küçük oyuncak ütülerle ev kadını olmaya, arabalarla hızlı olmaya ve maalesef bazen silahlarla kılıçlarla vahşi olmaya. Kalbimizden, gönlümüzden aklımızdan geçen değil de oyuncakçıların aklında geçenle büyüdük biz.
 
Böyle görünce taşlarla oynayan çocukları, çocuklarımın oyuncağı olmasın beş taşı olsun yeter dedim.... Öyle eğlendiler ki her gün aynı taşlarla.... O taşların hep bir yeri var. Orada duruyorlar. Kaybedilmiyorlar, kıymetliler onlar için. Aynı boyutta 5 taş. Bunda ibaret öğleden sonra oynamak.... Bunu öğretebilsek çocuklarımıza başka şey öğretmeye gerek kalmaz belki de.....
 
Sonra evin geri kalanı geliyor yavaş yavaş. Shreeram ve Sarita okuldan geliyorlar 11.30 da. Yemek yiyorlar. Ev işleri yapılıyor. Sarita ve Rekha tarlaya gidiyorlar, ot kesmeye. Hem yabani otlardan temizleniyor mısır tarlası hem de keçilere yiyecek birşeyler çıkıyor. 4 de çay içiliyor tekrar. İlk içtiğimde garip gelen çay saat 4 de daha lezzetliydi sanki. Sarita daha çok zencefil mi koydu aceba? Shreeram'la biraz Nepalce çalıştık. Bu yaşta fiil çekimleri falan insana çok zor geliyormuş onu farkettim. Nasılsın, iyiyim gibi temel cümleleri ezberlesem yetmez mi aceba?

Odamda oturdum bir süre. Ben hep odamda otururum zaten. Annemin evinde yaşarken de hep odamdaydım. Hele ergenlik çağı denilen o acayip zamanda. Yemeğimi yer odama çekilirdim. Şimdi de vaktimi odamda geçirmeye meyilliyim. Tanımıyorum kimseyi, konuşamıyorum kimseyle. Kitap getirdim 5 tane onları okuyup müzik dinliyorum. Yabani diyecekler bana biliyorum. Hep öyle dediler. Ama tanıyınca sevecekler, hep sevdiler:))) Kızkardeşimle bu konuda tam zıttız biz. Onun için hep derler ki, gören sever. Benim için de tanıyan sever... Küçükken biz, misafirler gelirdi, ben merhaba deyip soğuk soğuk odama kaçardım, kızkardeşim Bidar yanlarından ayrılmazdı, bayılırlardı ona.... Hala değişmedi birşey belli ki.... İnsanın değişmesi zor zaten... Onun yerine hayatımızı, çevremizi ayarlıyoruz kendimize göre.
 
  
Olduğumuz gibi kabul edileceğimiz ortamlardan çıkmıyoruz. Lise arkadaşlarımızdan kopmuyoruz. Bizi yadırgamayan insanların etrafında bulunuyoruz bir ömür boyu... Burada kimse yadırgamadı yabaniliğimi... Umursamadılar. Hayat öyle basit ki burada, kimsenin bu neden böyle demeye hali, durumu yok.

Sabah okula git, eve gel yemek pişir (ne pişireceğim kaygısı olmadan), tarlaya git ot kes, bufaloyu ve keçileri otlamaya çıkar, akşam yemeği için kabak topla, yemeği hazırla, bulaşıkları yıka, elektrik varsa biraz televizyon seyret ve uyu.... Neden hayatı karıştırıyoruz ki... Bu kadar aslında, bu kadar basit....

 
Akşam yemeğinde yine dal bhat tarkarimizi yerken, ismimin çok zor olduğuna kannat getirdiler. Şaşırmadım, Türkiye'de hep isimler taktılar bana... Nepalce bir isim vermeye karar verdiler. Manju dedi Sarita. Herkese o veriyormuş isimlerini. Manju dedim süper!İkinci günün gecesi. Yine ağustos böcekleri, gece kuşları, rüzgarın sesi, çatının tıkırtıları, daha bir rahat bu akşam. Daha mı serin? İçim daha mı rahat. Nepaldeyim ben. Hala şüphelerim var. Ama buradayım... Manju'yum ben artık....

İyi geceler Manju.....

Hiç yorum yok: