22 Şubat 2009 Pazar

Pokhara -1-




Pokhara’ya ailecek gitmeye karar verdik sonunda. Hafta sonu için plan yaptık. Cumadan gidelim dedik, Shreeram ve Sarita okuldan gelince 11 e doğru yola çıkarız dedik. Hemen elime Lonely Planet Nepal kitabını aldım. Sonraki günler boyunca inceledim. Notlar aldım. Yeni bir şeyler buldukça Macarena’ya koştum, batılılar(!) gibi banka oturduk, kahve sigara içtik. Oraya da gidelim bunu da yapalım dedik. Hep beraber bir gece kalacaktık ama bize yetmezdi o. Dedik ki biz bir gece daha kalırız. Sonra geliriz. Anlaştık. Seyahatlerin en güzel kısmını uzattık da uzattık. Planlama….


Cuma sabahı öğrencilere haber saldık, Manju izinli iki gün diye. Pazartesi derslere devam edeceğiz. Atladık önce taksiye, tıngır mıngır Narayangarth’a ulaştık. Oradan mikrobusa atladık, 7 saat boyunca, yolda satılan yiyeceklerden yiyerek, kitabı inceleyerek, müzik dinleyip fotoğraf çekerek, sohbet ederek gittik. Pokhara’ya ulaştığımızda hemen gölün kenarında bulduk kendimizi. Önce biraz bakındık, hemen mi kayıkla gezsek dedik, vazgeçtik önce bir şeyler yiyelim, otele yerleşelim dedik. Sonra gene vazgeçtik önce otele yerleşelim dedik, yolda ki abur cuburlardan dolayı kimse aç değildi zaten. Taksiyle devam ettik karşılıklı iki otelle gidegele pazarlık yaptık, Hong Kong otel ve Singapur otel. Hong Kong’u seçtik. Yerleştik odalarımıza.



Shreeram, ben ve Macarena dolaşmaya çıktık. Sarita ve çocuklar biraz dinlenmek istediler. Çarşı da dolaştık, biraz alışveriş yaptık. Oturup bir yerde Everest bira içtik sohbet ettik. Burası yaşamak için ne güzel yer dedik. Gelsek burada bir otel alsak yaşasak, sıkılınca gölde balık tutarız, güneşin altında otururuz dedik. Hayaller kurduk işte öyle. Sonra otele döndük, Sarita’yı çocukları aldık. Yemeğe gittik. Bütün restoranların arasında Nepal yemekleri de olan bir yer seçtik. Onlar akşamları bhat, dal, tarkari yemeden doymazlarmış. Peki dedik. Ama ben menüde hamburger görünce gözüm döndü. Patates kızartması, hamburger ve bira istedim. Yerken kendimden geçtim. Hamburger manda etindendi, ekmek parçalanıyordu ve alıştıklarımızla ilgisi yoktu ama yediğim en güzel hamburgerdi o an.





Sarita hayatında hiç bira içmemiş. Başka bir alkol de. Ama yasak olduğundan, günah olduğundan değil de iyi olmadığından. Ama biz Macarena ile onu gaza getirdik. Bir yudum hadi diye. Fantasına bir yudum bira koyduk, yüzünü buruştura buruştura içti. Plasebo etkisi sarhoş oluyordu neredeyse. Kelebek etkisi, ben oldum…



Dolaştık biraz şehirde. Sağa sola baktık. 10 da her yer kapanıyor. Döndük otele, odada televizyon var. Kurulduk Macarena’yla yataklara açtık televizyonu, yabancı kanallar bulduk haber seyrettik, dizi bulduk. Uykuya daldık.


Sabah erkenden uyandık, kahvaltı edip; omlet ve çay!, kayıkla gölde dolaşmaya çıktık. Gölün ortasında küçücük bir adacık var, üzerinde bir manastır. Oraya gittik, adak adadık, Hindistan cevizi ve pirinç…. Fotoğraflar çektik, kayığımıza atladık döndük. Suyun üstünde su sinekleri, su örümcekleri, nilüferler, güneş şansımıza pırıl pırıl, etrafımız dağlarla çevrili….





Shreeram, Sarita ve çocuklara biz bir gece daha kalacağız dedik, tamam dediler. Onlar otobüse bindi döndü biz de taksiyle Pokhara’nın görülmesi gereken yerlerini görmek için yola çıktık….

Önce Devi’s Fall’a gittik. Bu biçimi ve kanalları oldukça garip bir şelale. Zamanında David isimli bir turist bu şelaleye düşmüş ve kaybolmuş. Onun anısına buraya David’in şelalesi demişler. O da olmuş şimdi Davi’s Fall. (Waterfall şelale demek İngilizcede fall da, ama fall aynı zamanda düşüş demek. David’in düşüşü)


İçeride bir süre dolaştık. Acayip kaya şekilleri ve şelaleyi bir türlü bulamayıp göremememiz bizi bayağı cezp etti. Nerede bulunması zor bir şey var çekiyor insanı. Bir yerle ilgili çok güzel denmesi yetmez hiç bize, illa birinin çok ilginç demesi lazım. Bir duvarda bilmem ne resmi olmalı tek bir açıdan görülen, bir acayiplik olması lazım. Yoksa sanki etrafımız her zaman sınırsız güzelliklerle kaplıymış gibi sadece güzel olduğu için merak edemeyiz hiçbir şeyi.





Nihayet oradan dolandık buradan indik derken, boynumuzu da leylek gibi ileri uzatıp hafif de sarkınca çok acayip bir şelale gördük. Aslında bir deliğe hızla akan sudan ibaretti sanırım, ama bana öyle acayip geldi ki büyülendim. Kayalar, etrafında ki kanallar, suyun rengi, sesi öyle değişik geldi ki bir bakakaldım. Sonra biraz fotoğraf çektik.





Bazı anlarda fotoğraf çekmekten inanılmaz zevk alıyorum ama bazen, öyle güzel bir manzara oluyor ki karşımda, o manzarayı bir kareye hapsetmek ve o hapsedilmiş haliyle hatırlamak acıklı geliyor bana. Benim gördüğümle fotoğraf makinasının gördüğü arasında o kadar fark oluyor ki, fotoğraf çekmekle vakit kaybedeceğime o anı, o görüntüyü, o hissi beynime kazımaya çalışıyorum. O anda burnuma gelen kokuyu ve duyduğum sesleri de… Böylece kafamda hiçbir fotoğrafta göremeyeceğim bir ana geri dönmek için tetikleyicilerle dolu inanılmaz bir manzaranın önünde duruyorum. Ne yalan söyleyeyim bu bile bazen anın tadını kaçırabilecek bir çaba gibi geliyor bana. Neden bir güzelliği hatırlamamız gerekli ki. O an görmek, hissetmek, orada olduğunu bilmek, tadını çıkarmak sonra da unutuvermek yeterli gelmiyor bize. Keşke kediler gibi olsaydık, bir oyuncak topun arkasından avının arkasından koşar gibi kararlı, kendinden emin, zevkle ve heyecanla koşup, başka bir obje gördüğü anda da öncekini tamamen unutan kediler gibi. O an ilgilenmediğimiz ve görmediğimiz hiçbir şey hayatımızda yer almasa. Kafamızı öncekine sonrakine takmadan yaşayabilsek.


Öyle değiliz ama, güzel bir yemek yerken aklımıza hemen babaannemizin yaprak sarması geliverir aman ne güzeldi, üstüne yoktu. Bir film seyrederken hemen aa bilmem hangi filmi de seyrettin mi çok güzeldi… Bir yere gideriz, bilmem nereye gitmek ister gönül, birini severiz başkasına kaçar gönül, bir içki içeriz keşke bloody mary içseydik ne güzel giderdi şimdi deriz. İşte öyle dediğimiz anda içinde bulunduğumuz an geçer gider. Biz sonrasını öncesini düşüneceğiz derken bir bakarız, yemek, film, içki, şarkı bitmiş, birlikte olmaktan ölesiye keyif aldığımız kişi gitmiş, inanılmaz manzarayı geçeli saatler olmuş.

Şimdi - Ahile (Nepalce) Başka da bir şey yok……..

Devi’nin düşüşünden, aynı şelalenin dibine doğru yola çıktık. Çok ciddi bir basamak sayısını, ıslak ve kaygan merdivenlerde cambazlık yaparak indikten ve nefes alma denemelerimiz artık kurudan ıslağa döndükten bir süre sonra karşımıza zifiri karanlığa bir çizgi ışık sızdıran şelalenin hemen dibinde ki bir yarığa ulaştık. Şelaleyi ancak o yarığın ardında görebiliyorduk.





İçeri sızan ışık kendine göre dev mağarada yer bulurken biz de terliyor muyuz üşüyor muyuz anlayamadan, fotoğraf çekmeye çabalıyorduk. Burada fazla kalırsak ciğerlerimiz suyla dolacak gibi hissettik. Havanın olması gereken yerde kendini hava diye yutturmaya çalışan minicik damlalar halinde su vardı. Yani her yerde…. Ciğerlerimizin yeteri kadar yıkandığına kanaat getirince çıkışa geçtik. Taksiye atladık, yarasa mağarasına gidiyoruz dedi taksici. Manzarayı seyrederek yol aldık. 15 dakika sonra kocaman tabelasında “Bat Cave” yazan bir yere geldik. Macarena önce ben yarasalardan korkarım dedi. Ben yarasa görmedim mağarada hiç nesin korkacağız gel dedim. Bir sürü insan girip çıkıyor hep deli değil ya. İkna oldu girdik. Önce kapıda bilet alırken fener de istiyor musunuz dediler, var dedik, nepalli bir kadın çok şeker İngilizcesiyle yok dedi o yetmez içerisi zifiri karanlık, bunu alın. Peki 50 rupi de o. Ama dedi sonra rehber lazım size, içerisi çok tehlikeli bilemezsin nereye gideceğinizi. Hayda ne kadar tehlikeli olabilir ki turistik bir mağara. Sari’li kadınlar çıkıyor mağaradan, biz mi giremeyeceğiz. Yok olmaz çok zor, tamam dedik gel hadi. Aldı feneri eline, biz de iki tane minicik mum verdi, peşinden gidiyoruz.



(Rehberimiz ve az sonra dev yarasalar göreceğini sanan korkmuş ben!)

Rehberimiz, elinde fener, ayağında parmak arası terlikler, koştura koştura önden gidiyor, biz ayağımızda spor ayakkabılar olduğu halde kayarak, karanlıkta hem mumlara hem kendimize sahip olmaya çalışıyoruz. En sonunda koydum elimi belime, bak bacım dedim, o feneri senin yolunu aydınlatsın diye mi aldık? Hepimizi için değil mi? Göremiyoruz biz! Bu el belde olayı Nepal’de tutmadı tabii. He he dedi devam etti. Gözlerimiz karanlığa alıştı sonra. Ne acayiptir değil mi o an? Hani zifiri karanlıkta hiçbir şey görmezken bir süre sonra yavaş yavaş aydınlanır gibi olur etraf. Sanki gözümüzün içinde ya da beynimizde bir ışık var gibi. Görmenin sadece gözle ilgili olmadığını hissederim hep o an. Hatta belki de hiç değil…. Belki ne istersek onu görüyoruz, her şeyi biz anlamlandırıyoruz, belki ışık da yok aslında, karanlıkta…..

Kısa ama tehlikeli olduğunu hayal etmekten pek keyif aldığım bir tırmanıştan sonra, bir açıklığa geldik, mağaranın meydanı. Şimdi dedi rehber yarasaların olduğu yere gidiyoruz, sakın fotoğraf çekmeyin. Biraz daha yürüdük işte diye koca feneri tavandaki yarasalara çevirdi. Tavanda en fazla 20 tane minicik yarasa uyukluyor. Bu mu dedik? Evet anneleri gidiyor mu mevsimde dedi, yeni yavrular yapmaya… Peki. Devam ettik.

Şimdi dedi çıkıştan mı çıkmak istiyorsunuz diye sordu bize yoksa geldiğimiz yoldan mı? Niye soruyor anlamadık tabii. Çıkıştan dedik. Geldiğimiz yoldan niye dönelim devamı varsa. Tamam dedi ama çook tehlikeli. O anda rehberin bizi korkutmak suretiyle heyecanımızı ve aldığımız zevki arttırmaya çalışmak gibi zekice bir şey yaptığını fark ettim. Bu gazla düz bir arazide yürümek aslanların arasından geçmek kadar heyecanlı olabilir aslında….

Çıkışa yaklaşırken çığlıklar duyduk eğleniyorlar mıydı, korktular mı yoksa duvarlardan birinin arkasında iki nepalli gelenleri korkutmak için uzanmış televizyon seyredip bir yandan da çığlıklar mı atıyorlardı bilemedik. Şimdi dedi rehberimiz aynen dediklerimi yapın. Çantalaraı ben aldım Macarena ilk kurban oldu, ayağını şuraya koy, ötekini tam buraya, şimdi hafif sağa eğil, dön iyiyce oradan çık dedi Macarena’ya. Macarena verilen direktiflere harfiye uydu, ama bir an durdu ve nereden diye bağırdı. Nereden çıkacağım. Oradan işte dön biraz kafanı uzat bak ışık geliyor. Kısa bir süre sonra Macarenanın mağara duvarında asılı gibi duran vücudu ortadan kayboldu. Sıra bendeydi rehber benden çantaları alıp Macarena’ya uzattı. Sonra bana direktifler vermeye başladı. Sağ ayak oraya, sol buraya, elinle şuradan tut, vücudun döndür kafanı uzat, e delik yok burada!!! Mağaranın bu kısmına geldiğinde vücudunu iyice bükü kafanı uzatmadan o deliği göremiyorsun. Eğildim büküldüm kendimi bir delikten sürüyerek ve gülerek yer yüzeyine ulaştım. Gören sanır üç aydır mağaradayım, öyle bir heyecan….




Rehber bir harekette mağaradan çıktı, burada bir sürü mağara var bir gün gelin gezdireyim dedi. Oldu dedik bakarız. Önce tulumbanın önünde bir temizlendik, üstümüz başımız, yüzümüz gözümüz çamur. Taksiye döndük. Sarangoth’a gidiyoruz dedi. Tamam dedik…. Yaslandık arkamıza mağaracı olacağım ben ya çok güzelmiş dedim, güldük….

Hiç yorum yok: