18 Şubat 2009 Çarşamba

Sona yaklaşırken...





Bir hikayenin sonuna gelirken hep bir yenisinin başlamak üzere olduğunu unuturum ben. Böyle alıştığım her şeyden bambaşka inanılmaz bir yerde vakit nasıl geçti anlamamışım. Sonuna yaklaştıkça fark ettim. Hikayem daha bitmiyor ama zaman denen canavar bana acı vermeye başlıyor yavaştan.

Sevdiklerim özleyip gözlerim dolarken, açken ya da böceklerden korkarken günleri işaretledim ne yalan söyleyeyim. 59 gün kaldı, 58, 57…. 23….

Shreeram Kathmandu’ya Şili’den gelecek olan yeni gönüllüyü almaya giderken fark ettim yolcudur Abbas bağlasan durmaz. Aslında gitmek hep güzel de hani bıraktıkların yok mu sızlatır yüreğini.


Ben kolay dost edinen hemen insanlarla sıcak ilişkiler başlatabilen biri değilim. Hatta ilk günlerde herkesin benim hafiften yabani hatta kibirli olduğumu düşündüklerini biliyorum. Bazen söyleyecek söz bulamadığım anlarda kaçarım ben. Kendimi ifade etmeyi beceremediğim an uzaklaşmayı tercih ederim. Varlığımın bir anlamı olmalı bulunduğum yerde. Bir fark yaratmalıyım, bir şey söylemeliyim, öğretmeliyim mutlaka. Bilmedikleri bir hikaye anlatmalıyım insanların. Beni dikkatle dinlemeliler, hatta büyülenmeliler yeri gelince. İlginç olmalı içeriğim. Yeni bir konuyu başlatmalıyım eğer mevcut konuya katkım olmazsa. Sözüm havada kalmamalı, varlığım uçuşmamalı yere basmalı ayaklarım, herkes bilmeli orada olduğumu. Dilimi anlamayanlar bile dinlemeli beni bazen. Bu da bir çeşit kibir. Kendini ispat etme ihtiyacı, sevilme kabul edilme isteği. Ama bu içimizde var zaten.





Önceleri yapacak, konuşacak, katacak bir şey bulamadığımda odama çekildim müzik dinledim kitap okudum. Dönmeme 3 hafta kala açıldım. Akşamları kağıt oynadım aileyle. Onlar da o günlerde anladılar benim geri çekilmem kibirden, kendini üstün görmekten değil, tam tersi hatta. Kendini yeterli görmemekten.


Shreeram, Macarena’yı Kathmadu’da karşılayacak, ertesi gün de köye geleceklerdi. Haliyle gece odamın kapısı çalınınca şaşırdım. Ertesi gün grev olacağından akşam dönmüşlerdi. Uyku sersemi çıktım, tanıştık Macarena’yla. Şili neresi, Nepal neresi, Türkiye neresi demeye kalmadan kaynaştık. Sigara içtik, sohbet ettik. Macarena endüstri mühendisliği okumuş, okulu bitince önce böyle bir değişiklik yapmak istemiş. Sonra hayatına Şili’de kaldığı yerden devam edecek. Hiçbir şey aynı olmayacak tabii artık. Bazı kapılar geri kapanmaz. Öğrenilen şeyler unutulmaz.

Ertesi gün derse götürdüm onu. Üstünde kısa bir elbise vardı. Benim çatlak öğrenciler sevemediler önce. Elbisesine bak ne biçim diye konuştular. Dedim ki ben gideceğim 3 hafta sonra o kalacak, ister sevin ister sevmeyin! Ama konuşmayın. Dedikodu kelimesini o gün öğrettim onlara. “Gossip” ne demek biliyor musunuz? Diye. Eğer dedim, benim önümde biri hakkında dedikodu yapıyorsanız ben yokken de benim hakkımda yapıyorsunuzdur. Ona göre. Çok güldüler. Bazen bir dükkana girdiğimde eğer tezgahtarlar az önce giden müşteri hakkında “ya ne gıcık kadın anlamadı bir türlü yok dedik ya” gibi bir sohbete girerlerse müdahele ederim ben hep. Oho derim ben gidince de beni çekiştireceksiniz değil mi?. Bir gülerler önce sonra da utanırlar.



Macarena ile yanında getirdiği kahvelerden içtik birbirimize hayatımızdan yeni tanıştığın bir insana anlatabileceğin kadarını anlattık. Önce her şey kapaklı. Ben evliyim bak bu da kocamın resmi. Bu da düğün fotoğrafı. Ya evet çok güzeldi. Evet gelinliğim de güzel olmuş değil mi? Annemle diktik biz. Ailesi de çok tatlı kocamın, beni de çok seviyorlar. Ben de onları. Evimiz kocaman pek güzel. Kocamın restoranı var, hayat güzel vs vs vs….


Sonra tabii hayat burada böyle sana şu da lazım, bu da… Şuna da dikkat et buna da…
Blogu takip edenler bilir. Bizim bahçede bir tulumbamız var, orada yıkanıyoruz, bulaşık yıkıyoruz, çamaşır yıkıyoruz. Su ısıtmayı hiç denemedim banyo için aklıma bile gelmedi. Üstünde yattığım, tahta yatağa serili ince şilteye ek yapmak da. Ben şartları kabul etmeye gelmiştim zaten. Her şeye alışmaya, uyum sağlamaya. Uyum sağladım, hatta hoşnuttum halimden.



Macarena, Shreeram’ın abisinin evinde kalıyor yan komşu yani. Onlarda kapalı duş varmış. Su ısıtıp kapalı bir alanda banyo yapabiliyor. Bana da sürekli istersen gel sen de burayı kullan diyor. Yok dedim ben tulumbayı seviyorum. Hatta yağmurlar çoğalıp kuyudaki su seviyesi yükselince, su pompasıyla tuvaletin tepesindeki su deposunu doldurunca bizim de bir banyomuz oldu kapalı. Sadece bir kere duş aldım orada. Bildiğin duş var. Ama sonra, sıkıcı geldi bana. Bir daha nerede ne zaman bahçede banyo yapacağım ki ben. Ev ahalisi güldü bana, tulumbada banyo yapmaya devam edince. Onlar da öyle yapıyorlar.

6 saat uzaklıkta Pokhara diye bir şehir var. Orayı görmeyi çok istiyordum. Gönüllülük işimin sonlarına doğru bir hafta kadar gezmeyi planlıyordum. Macarena ile konuştuğumuzda o da Pokhara’yı görmek istediğinden beraber gitmeye karar verdik. Hatta Sarita’ya gel kız kıza gidelim dedik. İstemedi. Kocam olmadan gitmem dedi. Çok şaşırdık tabii. Nasıl yani, niye diye sormadık ama. Kültürel ve geleneksel farklar sorgulanmaz, kişisel farklılıklar gibi... İster kabul edersin ister etmezsin, sana kalmış.

Bir an düşündüm, ya herkes bir olsaydı. Dünyadaki herkes aynı olsaydı. Farklı kültürler, dinler, renkler, düşler olmasaydı. Ne garip olurdu dünya. Ne çekilmez… Hepimiz aynı şeyleri giyseydik, aynı şeylere inansaydık, aynı görünseydik. Kim ister ki bunu, kim?

Ne var ki savaşlar, ırkçı saldırılar, kimi insanların içindeki bitmez tükenmez nefret, kimilerinin yaşadığı bitmez tükenmez acı gösteriyor ki maalesef bunu isteyenler var dünyada…
Başkalarını kendi gibi yapmaya çalışmaktan daha korkunç, daha büyük bir kibir olabilir mi?

Ne yazık ki her insan topluluğunun kendine göre aşağıladığı, hor gördüğü bir başka insan topluluğu var. Hayvanlardan tek farkımız bu anlamda, biz bilerek, öğrenerek, anlayarak, edebi, felsefi, dini kalıplara oturtarak yapıyoruz bu ayrımı. Hayvanlar ise içgüdüsel olarak…
Beteriz onlardan….. Bin beter….

Hiç yorum yok: