9 Mart 2009 Pazartesi

Kathmandu Birinci Gün




-->                    Shreeram, Manju, Sarita, -->                     Babu, Santi, Asa,
-->R -->ekha.

Son gün sabah uyandım, son chia mı içtim, eşyalarımı topladım. Son bhat dal tharkari mi yedim. Öğrencilerimden bazıları eve geldiler, bir posta daha vedalaştık. Rekha ve kızlara havluları, tshirtleri, Sarita’ya terlikleri bıraktım. Cibinliğim, yatak çarşaflarımı da kim isterse alsın dedim. Macarena geldi Sarita, Macarena ve ben taksiye bindik. Shreeram motosikletiyle geldi peşimizden. Sonra onlar karı koca döneceklerdi. Narayangartha varınca otobüs bulduk, bindik. Shreeram belki ertesi gün Kathmandu’ya gelirim dedi. Vedalaştık. Otobus yola çıkarken, Macarena bana dönüp, ağlamak istiyorsun niye ağlamıyorsun dedi. Bir duvar var senin etrafında, acıdan korunmak için örmüşsün, ama bazen acı da güzeldir. Bazı acıları yaşamak gerek. Ağlayamadım. Saklıyordum çünkü. Tek başıma kaldığım bir ana. Ağlamak bana zayıf geldiğinden değil, başkalarını üzmek istemediğimden.
Ama bir duvarım vardı evet. İstediklerimi dışında bırakmayı başardığım bir koruma kalkanım. Elbet bir gün yok olacaktı onlar da. Şimdilik beni korumaya devam ediyorlardı…
Kathmanduya akşam 7 gibi ulaştık. Nerede ineceğimiz dahi bilmeden, muavine Thamel gideceğiz taksiyle dedik, tamam dedi aldı çantamızı bizi bir taksiye bindirdi, adamla da pazarlık yaptı. Başka taksiye binmeyin pahalı olur dedi. Bindik gittik. Nepalliler böyle herkesle kendi misafirleri gibi ilgileniyorlar. Bizim gibiler anlayacağınız. Biz de yolda biri yol sorunca tutup kolundan gideceği yere ulaştırırız ya, hatta güzel börek nerede yerim diyen birini annem harika yapar gel diye eve sürüklediğimiz bile olmuştur bazılarımızın…
Thamel’e ulaştık, Mount Annapurna Guest House’a yerleştik. Açtık ve Kathamandu’da olduğumuzu bilerek aç uyumamız imkansızdı. Dışarı attık kendimizi. İlk geldiğimde bu şehre pek bir şey anlamamıştım. Büyülüydü, kalabalıktı, hızlıydı ama kısacıktı. Şimdi 5 günüm vardı keşfetmek için….

Roadhouse Cafe’ye girdik. Avrupai dekoru, turist müşterileri ve İngilizce rock müzikleriyle aklımızı başımızdan aldı. Pizza söyledik ve bira. Garip bir huzur, derin bir hüzün, dev soru işaretleri ve bolca umut eşliğinde yedik içtik. Biraz dolanıp otele döndük. Yarın güzel bir gün olacak….
Sabah erkenden kalktık, elimizde Lonely Planet Nepal kitabı, Kathmandu sayfalarında kitap aralığı, boynumuzda fotoğraf makinaları, bandanalarımız ağzımızı örtüyor, haydutlar gibi, (ilk gelişimde burnum ve boğazım mahvolmuştu hava kirliliğinden) yola çıktık.
Bilmediğiniz bir şehirde kaybolmak gibisi yoktur….
Önce Thamel’i keşfettik. Otelin yakınlarındaki tüm sokaklara girdik çıktık. Daracık, kalabalık, kirli, arabalar, rikshawlar, motosikletler, bisikletler üstümüze üstümüse gelirken biz dünyaya savaş açtık. Aynı Nepalliler gibi, sallana sallana, kimseyi takmadan, hiçbir şeyi umursamadan, sohbetimizi bölmeden, sağa sola bakarak dolandık. Böylesi makbul burada. Eğer gelenlerden korktuğunuzu belli ederseniz yandığınızın resmidir. Aslında bu her ülkede geçerli. Uzakdoğunun pek tehlikeli olabileceğinden bahsedenler var. Bence kendine güveninle, duruşunla ilgili başına gelecekler. Aptal turist gibi şaşkın şaşkın ortada dolanırsan eğer Beyoğlunun arka sokaklarında bile ölebilirsin kolayca. Ama dünyanın en tehlikeli şehrinde bile kendinden emin, köyünde gezer gibi gezersen hiç bir şey olmaz. Gerçi Nepal bu civarların en güvenli ülkesi. İnsanları hala temiz saf çünkü. Turist velinimetimiz diye düşünüyorlar. Bizde de bir zaman öyleydi hatırlar mısınız? Turistleri kazıklamaya, kandırmaya dolandırmaya başlamadan önce. Ama zamanla, hırsla o saflık kaybolup gitti. Umarım Nepal’de de aynı şey olmaz…

Thamel Kathmadu’nun en otantik bölgesi. Eski tip binalar, küçük, dar sokaklar, hediyelik eşya dükkanları, minik kafeler, restoranlarla dolu. Thamelden çıkıp büyük caddeye doğru ilerledikçe batıya gider gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Sanki büyülü bir diyardan ayrılmış gerçek dünyaya dönmüş gibi oluyorsunuz. Üstelik Thamel’in bittiği noktadan bir adım ileride gerçekleşiyor bu değişim. O otantik hava bir anda dağılıyor, caddeler, büyük binalar, turizm acenteleri, büyük şirketlerin binaları, bankalar, görmeye alışık olduğumuz bilumum markalar sarıyor etrafınızı. Doğunun tütsülerle, inek tanrılarla, rengarenk çiçeklerle, bufalolarla dolu kalabalığı sis gibi kayboluyor. Zara’nın karşısında dururken, trafik ışıklarını beklerken bir rüyadan uyanır gibiyim. Sanki yakınlardan bir yerden Yeşilköy dolmuşuna binip eve dönecek gibiyim. Bu acı verici, sinir bozucu hissi kafamdan atmaya çabalıyorum. Eve dönmek her zaman güzel değildir çünkü. Çünkü her zaman ev gibisi yok diyemezsin….

Hiç yorum yok: