İnsan hep bir şeyler arar. Bulur da. Ama nedense bulduklarıyla yetinemez, aramaya devam eder. Aslında amaç aranan şey değildir hiçbir zaman. Sürecin kendisidir. Ararız, kaybolmamak için. Ararız, bulunmak için. Ararız, bulunmamak için.
Ufak şeyler ararız, bulunması nispeten kolay şeyler. Dostluk, tutku, para, ev… Ama bunlar bizi oyalar. Aslında biz bulunması imkansız şeyler ararız. Huzur, gerçek aşk, ruh eşi, hayatın amacı, büyük kurtarıcı. Bulamayacağımızdan emin olduğumuz şeyler ki bulamayalım, bitmesin arayış, hep sürsün...
Ufak şeyler ararız, bulunması nispeten kolay şeyler. Dostluk, tutku, para, ev… Ama bunlar bizi oyalar. Aslında biz bulunması imkansız şeyler ararız. Huzur, gerçek aşk, ruh eşi, hayatın amacı, büyük kurtarıcı. Bulamayacağımızdan emin olduğumuz şeyler ki bulamayalım, bitmesin arayış, hep sürsün...
Etrafımdaki pirinç tarlalarını sarmalayan yüksek dağların karanlığa gömülmüş zirvelerine bakarak dişlerimi fırçalarken ayağımın üstünden bir kurbağa zıpladı. Keşke onu arıyor olsaydım ben… Ne kolay olurdu her şey. Ben bulunası bir şey aramadım. Bulmak da istemedim. İyi ki de bulmadım. Aramaya devam….
Cuma akşamı, Julie, Daddo ve Bhim geldiler. Yanlarında iki koca şişe raksiyle. Önce yemeğimizi yedik. Bugün değişiklik var, tavuk da var yemekte. Genelde haftada bir yeniyor et. Tavuk ya da keçi. Çok da güzel pişiriyorlar. Masala denen bir baharatları var. Kocaman bir taşın üstünde, kimyon, kişniş, tarçın, beyaz biber, rezene tohumu, kakule ve kırmızı biberi, bir taş parçasıyla ezme kıvamına getiriyorlar. Acı ama harika....
Julie ve Dadoo Fransa'dan gelmişler. Julie 3 yıl önce 2 aylığına gelip 4 ay kalmış. Buraya aşık
Ben matta oturmuş, elimde içkim sigaram onları seyrederken önce yavaşladı her şey. Bir süre ağır çekimde, gülen çocuklar dans eden sarhoş yetişkinler vardı. Sonra durdu her şey. Havada asılı kaldı dans. Hareketler dondu. Kulağımda radyoda çalandan çok başka bir müzik. Ateş böcekleri durdu. Rüzgar durdu. Kendimi uzaktan, çok yüksekten gördüm. Dönerek çıktım oraya. Yüzümde hüzün vardı. İçimde hüzün vardı. O hüznün tam orta yerinde parlayan kocaman bir şey vardı. Artık orada olmadığından emin olduğum bir şey. Kaybettiğimden emin olduğum, aramaya tenezzül bile etmediğim bir şey. Burada, Nepal denen bir ülkenin, Patalahara adlı bir köyünde, bizim olmazsa olmazlarımızdan bihaber, küçük evleri, gel git elektrikleri, yağmura bağlı kuyu suları, metal tabakları, dal bhat tarkarileri, matları, iki takım kıyafetleri, en ucuzundan defter kitapları, beş taşları, şişe kapakları, kerpiç duvarları, 37 ekran televizyonları, tahta yatakları, odun ocakları, keçileri, her fırsatta gülen yüzleriyle ve her yeni günün bir öncekinden güzel olacağına dair sonsuz inançlarıyla kalbimi ısıtan bu insanlardan bana bulaşan bir şey vardı. Umut…
Yarın çok daha güzel olacak...